Marcus’un öfkesi ya da Philip Roth’un küçük şakası | Sedat Sezgin

Kasım 1, 2019

Marcus’un öfkesi ya da Philip Roth’un küçük şakası | Sedat Sezgin

Marcus’un iç sesi: “Yaşam pınarının tadını çıkar! Gençsin, neşelisin ve coşku dolusun!” diyordu. Ancak baba, okul, arkadaş, din ve içinde nefes aldığı toplumun tamamı buna güçlü bir dirençle aksini savunarak karşılık veriyordu. Okuduğu üniversitenin erkek öğrenci dekanı yurttaki odalarını sıklıkla değiştirmesinin nedenini öğrenmek için Marcus’u yanına çağırır. Bir ruhban okulu olarak eğitim vermeye başlayan Winesburg, kuruluşundan yirmi yıl sonra seküler bir üniversiteye dönüştürülmüştü, ancak öğrencilerin mezuniyete kadar toplam kırk kez dini ayinlere katılma zorunluluğu geçmişin kalıntıları olarak varlığını hâlâ sürdürüyordu. Yahudi bir aileden gelen Marcus ateisti ya da kendini öyle tanımlamayı tercih ediyordu.

Dekanla randevusuna gitmeden önce bu ayinlerden birine katılır, yıl 1951’dir ve Birleşik Devletler dünyanın başka bir ucunda Kore’de savaştaydı. Adeta oraya ölmeleri için sık sık vasıfsız erler gönderiyorlardı. Marcus savaşta akrabalarını kaybetmişti, birkaç kuzenini, hepsi de erdi ve Marcus bu savaşa gitmek zorunda kalacaksa en azından subay rütbesiyle bunun olması gerektiğini düşünüyordu, yoksa sonu ölen akrabalarınkinden farklı olmayacağına biliyordu. Babası kasaptı, annesi ise ev işleri dışında yarım öğün kadar kasap dükkânında kocasına yardım ediyordu. Ancak orta sınıfın altında sayılabilecek bir kazançları vardı ve bu kazançlarının çoğunu tek çocuklarının eğitimi için harcıyorlardı.

Marcus ayinden dekanın odasına doğru gider, daha ikinci sınıftayken iki defa odasını değiştirmenin o kadar da büyük bir sorun olmadığını düşünür. Onlarca cevapsız soru kafasında cirit atar.  Yine de dekan onu çağırdığına göre bunu önemsemeli miydi, başka şeylere de yoramaz mıydı? Okuldan atılmayı hiç göze alamazdı, zira eğitiminin yarıda bitmesi bir yana, hayatının sona ermesi demektir bu: Daha on dokuz yaşındadır ve böyle bir durumda apar topar er olarak Kore’deki cepheye yollanacağından hiç kuşkusu yok.

Birleşik Devletler savaştadır, bir kilise ayininde bile militarist şarkılar uçuşuyor ve Marcus’un ağzında o gün ayinde söylenen bir şarkı ya da marş şimdi kendini durmadan tekrar ettiriyordu:

“Ayaklanın! Köle olmak istemeyenler!

Etimizle, kanımızla…”

Ve dahası:

“Yurttaşlarımızın kalbi öfkeyle dolup taşıyor.

Ayaklanın! Ayaklanın! Ayaklanın!

Herkes tek yürek,

Düşmanın yaylım ateşine meydan okuyarak

İleri!”

Marcus dekanın odasına girdiğinde korkunç seviyede gergindir, daha önce hiç çağrılmamıştır, hele bu şekilde asla, ne yapsa ne etse de bu gerginliğini üstünden atamamaktadır. Dekan rahat biridir ve masasındaki dosyada notları en iyiler arasında olan bu öğrenciyi rahatlatmaya çalışır ilk başlarda.

Ve sorular gelmeye başlar:

“Burada zorlanacağınızı düşünüyor musunuz?”

“Yeterince sosyalleşiyor musunuz?”

“Muhakkak taşınmanız mı gerekiyordu?”

“Uzlaşmaya varmanın hiçbir yolu yok muydu?

Sorular ve cevaplar uzadıkça uzar. Markus her öfkelendiğinde o gün ayinde dinlediği ve koroyla birlikte söylediği şarkının sözlerini mırıldanmaya başlar. Dekan sorgulamanın dozunu artırdıkça şarkının sözleriyle birlikte Marcus’un hiddeti de artar, belki de bütün suç şarkıda. “Ayaklanın, köle olmak istemeyenler! Etimizle, kanımızla…” Aslında Marcus’un öfkesini bu denli alenen göstermesine doğru bulmasak da okur olarak hâlâ onun tarafındayız (okur geldiği sayfada Marcus’un haklı öfkesinin kaynağının farkındadır artık), dekanın yardım elini uzattığının bilincindeyiz elbette, ama bunun aşırıya kaçtığını da nihayetinde görebiliyoruz. Canımızı sıkan şey dekanın Marcus’un asıl korkusunun farkında olmayışı ya da gerçekten de amacı onu belki de korkutmak, en azından o sayfaya kadar dekanla ilgili yargımız henüz bu. Ve tam da bu sırada Philip Roth’un küçük şakası bizi gülümsetir.

Marcus: “Midem bulanıyor, sanırım kusacağım. Bana böyle nasihat edilmesine dayanamam. Ben memnuniyetsiz biri değilim. Ben asi değilim…” Karşılıklı düello bir süre daha devam eder. Marcus artık buna devam etmesi için bir neden kalmadığını ya da dekanın artık gitmesinde bir mahsur görmeyeceğini düşünüp sandalyesinden kalkar: “Size söylemiştim. Bu benim hatam değil. İşte geliyor – özür dilerim!”

Marcus dekanın suratına belki değil, ancak odasında önem verdiği birçok şeyin üstüne kusar. Dekan, sekreterinden lavaboya kadar Marcus’a eşlik etmesini ister. Dekan ve okur kusmanın tek nedeninin baskıya dayanamayan Marcus’un iddia ettiği gibi bedeninin verdiği tepki olduğunu düşünür ve Marcus’u dekanın elinden bu kusması kurtarır, ama sadece bir süreliğine. Ancak aynı gün Marcus’un başka kusmaları da olur ve hastaneye kaldırılır. Acilen apandisiti alınır. Okur artık biliyor ki Marcus’un kusmalarının asıl nedeni akut apandisitti.

Yapıt boyunca Marcus ve öfkesinin temel kaynakları arasındaki dövüş hiç bitmez. Sonuç olarak dünyanın en zeki ve vicdanlı insanı bile olunsa, ikiyüzlü davranmayıp ya da sistemle uyum içinde olunmadığı takdirde bu kaynaklar zamanla birer girdaba dönüşüp onu yutmaya çalışacaktır, tıpkı Marcus’u yuttuğu gibi. Philip Roth’un Öfke adlı yapıtında asıl bakmamız ya da dikkat etmemiz gereken kişi kesinlikle Marcus değil, insanı ve insana dair tüm güzellikleri yıkmaya hevesli ahlakçılardır, ki ancak o zaman çürümüş yanımızla hesaplaşabiliriz.

Sedat Sezgin – edebiyathaber.net (1 Kasım 2019)

Yorum yapın