Doğrusu sevindirici bir durum!
Öykü her yerde…
Ülkeye yayıldı, hatta sınırları bile aştı! Yakında marketlerde de karşımıza öykü paketleri çıkabilir!
Hemen şaşırmayın!
Bu iyi mi iyi! Demek ki herkesin anlatacak bir hikâyesi var. Üstelik Dostoyevski’yi okumuş çoğu, Çehov’u baş tacı etmiş, Sait Faik’le yatıp kalkmış, Raymond Carver’la güne başlıyor Katherine Mansfield’le bitiriyor, Maupassant’ı eskimiş deyip ötelemiyor…
Yer gök öykülerle, öykücülerle…
Giderek yazan/anlatan bir toplum olma arzusu taşıdığımız kesin. Ama bir şey var bu ülkede; çoğalan her şey değer yitimine uğruyor hemen.
İşte bu orantısız çoğalma, eşitsiz gelişmeden korkarım. Hayatımızın her alanını sığlaştıran da budur.
Neden mi?
Her işte, uğraşta olduğu gibi bunun da simsarlarının çoğalma ihtimali ürkütür beni.
Mesleğim eğitimcilik.
İnsan eğitiminin yolunu/yordamını iyi kötü bilirim. Üstelik yazıya/okumaya kırk yılı aşkın zamanını vermiş biriyim. Yaşadığımız erozyonu az çok görebiliyorum.
Okullardaki edebiyat/sanat eğitiminin yetersizliğini biliyoruz.
Bundan olacak ki, birer kurtarıcı gibi herkes her yerde. Yalnız edebiyatın değil, birçok şeyin şirazesi kaçtı; çoğu şey pusulasını yitirdi.
Benim eşitsiz gelişme dediğim de işte bu.
Okumadan yazmak nasıl olabiliyor?
“Yazmam için okumam şart mı,” sorularını duydukça; ve bu kişiler paralar dökerek şurada burada öykülerini kitaplaştırıp bir yerlerde boy gösterdikçe pusulayı aramak boşuna çaba!
Karşıma çıkan genç/yetişkin insanlara bakıyorum çoğu pop-yazar’larla/yazıcılarla düşüp kalkıyor. Biraz konuşunca anlıyorsunuz kolaycılıklarının nedenini. Okuma eğitiminden geçmemiş çoğu. Edebiyat ise çok uzaklarında.
Yazmak için bir neden arayışından çok, bir yerlerde görünmek için neden yaratma derdinde çoğu.
Giderek söz inandırıcılığını yitirmeye başladı bizde. Görünmeden yazmak yerine görüntülenerek yazmayı seçiyor zamane yazıcıları. Elbette bundan en çok da paye alan roman yazanlar, öykü festivallerinde boy gösterenler.
Yazdıkları üzerine edebi yargı bekleyenlerin hezeyanı ise pıtrak gibi sarmış her yanı. Bu çıkışsız yolda, pusulasını yitiren edebiyatın pusarık havasında festivallerde ağırlanan “öykü” ne kadar nefes alıyor bilemem! Ama bildiğim bir şey var ki; kötü öyküler yazılıyor kaç mevsimdir. Öte yandan ise roman için bir basamak derdinde çoğu kalemşör. Yazıdan para, paradan yazıyı çıkarıyorlar. Kimsenin umurunda değil ne söylendiği. Toplummuş, insanmış, savaşmış, göçmüş, mülteciymiş, iç savaşmış, cinnetmiş, suçmuş, öfkeymiş…
Oysa biliriz ki; öykünün tam zamanı. İnsanı ve toplumu anlatmak için; insan ruhunun derinliklerine inerek yaşadığımız sanrılı dönemin kılcal damarlarına işleyerek, insanı anlamak/anlatmak için öykü kendi eşiğini geçecekleri bekliyor.
Edebiyatın tam da politik ve toplumsal olması gerektiği bir zamanda, öyküyü bir festivalden diğerine taşıyoruz.
Görsel çağdayız ya, öyleyse görünmek gerek bir yerlerde. Yükseldikçe alçalan bir toplumun yaşadığı değer yitimi ne yazık ki öyküyü de içine almış durumda. Dili umursamadan, toplumu tanımadan, insana doğru yürümeden yazı-çizi oyununda herkes. Acı soslu parlatılmış sözcükler, tavırsız/bakış açısız söylenip durmalar…
“Yazdım, öykü oldu; göründüm, öykücü oldum,” demek de yetmiyor ne yazık ki!
Yakın zamanlarda marketlerde öykü konservesi bulursanız hiç şaşmayın sevgili okurum!
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (16 Şubat 2016)