“Her yerde modernleşme adına büyük bir yıkım sürüp gitmekteydi… Ahşap konakları yakıyorlardı. Maçka Nişantaşı arasındaki caddede, Laleli’de, Tophane’de yol kenarındaki ağaçlar ‘genişletme’ bahanesiyle birer birer kesiliyordu…”
Maruha, biyografik bir roman, yaşanmışlığın içinden süzülüyor. Böylelikle de ana karakterin hayatı, yaşadığımız ülkenin kültürel-sosyal tarihiyle oldukça ilintili. Bade Osma Erbayav, Maruha’da, bir yaşam kesiti çıkarıyor karşımıza. Bu yaşam, İstanbul Göksu’da başlayıp bütün dünyayı dolaşıyor. Dolayısıyla Erbayav, okuyucusunu 1960’ların İstanbul’dan görünen Türkiye’sinde değil sadece, tüm dünyada heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor. Zira Maruha, yani hikayeye konu olan karakter, bir kaptana aşık olup evlendikten sonra onunla gemi seferlerine çıkıyor.
Maruha günlük tutuyor, gördüğü, etkisinde kaldığı, gözlemlediği tüm yerleri, kişileri, durumları çizgileriyle resmediyor. Gördükleri en gelişmiş fotoğraf makinalarının yansıtamayacağı ölçüde ayrıntılarla dolu. Günlükleri de öyle. Maruha’nın çizdiği, günlüğüne not ettiği her bir ayrıntı ve betimleme dönemi saptama adına oldukça zengin veriler içeriyor. Tabii tüm bunları bize ustalıklı kurgusuyla Erbayav sunuyor bize.
Çingene ruhlu ressam
Bu ustalıklı kurguda Sheerness’li korsan Mary Anne da bulunuyor. “Çingene ruhlu” ressam Maruha ile Mary Anne arasında kopmaz bir ilişki var; rüyalarda kesişerek çoğalıyor. Mary Anne, Maruha’nın denizlerdeki iç sesi olarak onun diğer yanı anlamına geliyor. Maruha, kaptan kocası Yılmaz’la seferlere açıldığında kara’ya artık eskisi gibi ayak basamıyor. Denizlerin ruhuyla karanın ruhunun birbirlerini kestiği, tümüyle iki ayrı dünyada gidip gelen bir portre var karşımızda. Tam da burada, fırtınalı bir ruh koyuyor önümüze Erbayav, bir anlamda hemcinslerine cesaret, özgürleşme…umudu veren bir ruh. Hatta bu misyonu dillendirmeden, bunun bir misyon bile olduğunu bilmeden kadınların sıkıştırılmış dünyalarını mercek altına alıyor. Bu dünyayı yıkıp, parçalayarak bir yol açıyor. Tabii bu arada, Türkan Saylan’la Maruha’nın çocukluktan itibaren arkadaş olduklarını, birlikte gelecek hayalleri oluşturduklarını unutmayalım. Zira Saylan’la ilgili Maruha’nın anıları oldukça dikkat çekiyor.
Hemcinslerine biçilen uysal evlilik rolünü reddediyor Maruha. Kaptan eşi Yılmaz’la seferlere çıkarak hayatı için önemli bir adım atıyor. Kendisini bir birey olarak algıladığından, öz yaşamını sürdürebilmek için yetilerini harekete geçirmekte hiç de zorlanmıyor. Yarıda bıraktığı akademideki resim eğitimini, sürekli çizerek telafi etmek istiyor adeta. İstanbul’un sosyal kültürel olanaklarını zorlayan bir kadın portresi var karşımızda. Ehliyet kursunu başarıyla tamamlayıp araba kullanarak ceberut erkek dünyasını da karşısına alan. Tabii bunun içinde kocası Yılmaz da var. Maruha’nın eril alanlardan kaptığı her parçayla biraz daha yalnızlaştığını söylemeye gerek var mı (?) Çoğu kez de gazetelere vinyet, yayınevlerine kitap kapağı resimleri yaparak bütçe oluşturuyor. “Maruha ortamın karışıklığını bahane ederek Yılmaz’la bir süre seferlere çıkmama kararı aldı. O yılın büyük bir bölümünü İstanbul’da kardeşleriyle ve arkadaşlarıyla birlikte geçirdi. Babıali’den yeni işler almak istedi ama yaklaşık on senedir kitabevi piyasasından uzak kalmış ve bağlantılarının çoğunu yitirmişti. Yine de eskilerden tanıdığı birileri ona üç beş roman kapağı işi buldu…”
Çizgiler, günlükler, anlatımlar…
Günlükler ise gemilerdeki hayatın hiç de öyle kolay olmadığını anlatır nitelikte. “Saat 21.50. Yük hala bitmedi. Telsiz dışarıda 9-10 kuvvetinde hava olduğunu geçti ve içinde kırk kadar talebenin bulunduğu bir geminin Dover açıklarında batarak kaybolduğunu kaydetti. Çocuklara çok üzüldüm. Çocukların ölümü telafisi olmayan bir boşluk yaratıyor bende…Cape Dora Feneri’nin sabah 09.00 da bordaladık. Sıcak bir hava esiyor. Yanımızdan şu an bizim nakliye şirketinden Kırşehir şilebi geçiyor, üç kez düdük çalarak selamladık… Guernsey Adası’nı geçip İngiliz Kanalı’na giriyoruz. Alderney’e devam edip, Barfleur Burnu’ndan adayı dönüyoruz. Nihayet Deniz Gemisi’ne geldikr. Üstü fener şeklinde olan ufak bir gemi bu, hep aynı yerinde sabit duruyor ve personeli altı ayda bir değişiyor…”
Maruha’nın genç kadın olduğu dönemlerden (1960), yetmişlerin sonuna değin takip ettiğimiz yaşamı, aynı zamanda Türkiye’nin İstanbul’dan görünen yüzüyle sosyal siyasal değişiminin de bir anlatımı niteliğinde. Zira Erbayav, günlüklerden, anlatımlardan, belgelerden yapılandırdığı Maruha’nın hikayesini dönemin sosyal, siyasal, kültürel atmosferinden ayırmadan bir tarihsel çizgi oluşturuyor. Biz Maruha’yı takip ederken, aynı zamanda ülkedeki değişimleri, yitimleri, 12 Mart’ı, baskıyı, islamın siyasallaşmasının adımlarını, özellikle de kadınların erkek zihniyeti tarafından nasıl köşeye sıkıştırıldıklarını çok net görebiliyoruz. Maruha’nın kaptan eşi Yılmaz’la hikayelerinin sonuna gelince; yine bildik erkek dünyasının kadınlara attığı o klasik kazıkla noktalandığını söylemeden geçmeyelim.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (18 Ağustos 2016)