“Bırakılmış çocuklar, kendi kendilerine masallar uydurmaya yazgılıdır. Yaşamlarını sürdürmek için yalan söylerler” (Başına Buyruk Bir Kadın, s. 86) diyorsun. Bu doğru mu Michel? Sadece bırakılmış çocuklar mı yalan söyler? Sadece onlar mı masallar uydurur? Kalemi her elime aldığımda belleğimden dökülen bu anıları ben mi uyduruyorum? Ben de mi bırakılmış, terk edilmiş bir çocuğum?
Hayır, bırakılan ve terk edilen bir çocuk değildim, Michel. Evimiz akrabalarımızla, komşularımızla çevriliydi. Ama yalnızlığımında ne bana hikâyeler anlatan, sevgiyle saçlarımı okşayan, gülücükleriyle gecemi dolduran bir anne var, ne bir köşeden alıp evine götüren dindar kadınlar… Açtım Michel. Başımı okşayacak bir elin, sorularıma yanıt verecek bir sesin özlemini çekerdim. Gecenin soğukluğunda içim donardı. Sabah olsun isterdim, karanlıklar aydınlansın, gülen gözleriyle bana baksın… Beni sevsin isterdim Michel…
Güneşle birlikte günlük yaşantı kuşatırdı. Her sabah alaca karanlıkta babalarımız işe gider, annelerimiz günlük işlere koştururdu. Her gün tekrarlanan asla bitmeyen bu işlerden nefret ederdim. İsterdim ki işler olmasın, annem bana kalsın. Koşuşturmaca yerini mırıl mırıl akan bir nehir gibi masallar dünyasına bıraksın. Sabun kokan, sudan ve soğuktan çatlayan eller saçlarımızı okşasın. Oysa bütün bunlar sadece bir düştü.
Düşlerimiz gecelerde kalırdı. Gece olunca karanlıkla birlikte yalnızlık çöker, içimiz sevgisizliğin çoraklığını hissederdi. Bazı geceler, yıkık dökük evimizin kuytu bir köşesinde “ben evlatlığım” diyerek ağladığımı hatırlıyorum. Bırakılmış çocuk olmasak da yaşamımızı sürdürmek için yalanlara ihtiyacımız vardı Michel.
Yalanlarla dolu dünyaya ihtiyacımız vardı. Devlerle, ejderhalarla, krallar ve kraliçelerle dolu masallara, hikâyelere, düşlere ihtiyacımız vardı. Ben de yalanlar ve gerçeklerle örülen çocukluk masallarımın peşine düştüm. Bu yalnızlık ve açlık günlerinde dedemin getirdiği, karanlık evreni ışıldatan o sihri, masallarla gelen o büyüyü keşfettim Michel. Karanlık gecelerde dünyam, masalların, hikâyelerin, kıssadan hisselerin, yenilmeyen kahramanların, devlerin ve perilerin, yanıt arayan sorularıyla ışıklandı. Kendimi bu sihirli dünyaya bıraktım. Anlatılan hikâyeler korudu beni; sakladı, sarmaladı, yaralarıma çaput bağladı. Masallardan, hikâyelerden yeni bir dünya yarattım kendime. O dünyanın içine kaçtım, orada saklandım…
Sırtını dağa yaslayıp denizi uzaktan seyreden gecekondu mahallesindeki evler birbirine benzerdi. Ne zaman yapıldığının farkına varmazdı kimse. Beton, demir ve tahta yığınları arasından çocuk sesleri gelmeye başlar, iki yana yığılan molozların arasından ince bir yolla girilen evler görülüverirdi. Yan yana dizili iki odanın kapısı bahçeye açılırdı. Beton damın -eklenecek odalara gerekir diye – serbest bırakılan demirleri göğe doğru yükselip damın kenarlarında doğal bir korkuluk oluştururdu. Parasızlıktan sıvanamayan dış duvarların düzenlenmesi her yıl başka bir mevsime ertelenirdi. Yıllarca sıvanamayan dış duvarlardan içeri sızan yağmur suları sürekli nemli ve soğuk yapardı odaları. Odun veya kömür sobasının alevi geçip gidince odalar yeniden soğuğa teslim olur, yaşlılar dizlerine örttükleri battaniyelerin altında otururdu. Parasal durum düzelince demirler kaybolur, yükselen ikinci katın damında asma yaprakları açardı. Kadınlar, yaz sıcağında asmanın altına serdikleri kilim ve yastıklarla yeni bir alan kazanırlardı. Geceler boyu damlarda oturulur, gece orada yatılır, komşular oradan seyredilirdi. Her damdan ayrı bir müzik yükselir, çok dilli bir panayıra dönerdi mahalle.
İnşaatı bitmeyen bu evlerin yarım kalmışlığı kimsenin umurunda değildi. Pencerelere çerçeve yerine çakılan naylonların da umurlarında olmadığı gibi.
Arapça, Kürtçe ve Türkçenin konuşulduğu bu mahalleyi şehre bağlayan yollar da yoktu henüz. Kadınlar ancak doktora gitmek için evden çıkarlardı. Dağın yamacından seyredilen şehir hepimiz için uzaklıklardı, ulaşılmayandı, varılmak istenen yerdi. Hayallerimizi şehre inmek süslerdi. Bazen bir grup çocuk, çekirge sürüsü gibi tarlaya dalar, tarla kıyısındaki patikadan şehre inmek için yola koyulurduk. Tarla sahipleri elinde sopalarla kovalardı bizi. Bazen de beddualar duyulurdu. İşe giden erkekler dereye inen yola ulaşmak için tarlaların etrafından dolanırdı. Ama kadınlar ve çocuklar, kestirme yol bulmanın derdinde ne tarla sahibinin beddualarına ne de sopalarla kovalamasına aldırırdı. Gide gele keçi yolu olmasa da insanların ayak izlerinden bir patika oluştu: kadınlara ve çocuklara ait bir patika.
Göçen kadınlar, tarla sahibinin karısından süt almaya, tarla kıyısından ot toplamaya başladı. Aynı dili konuşmasalar da dertler aynıydı. Mahalle çeşmesinden su taşımak aynıydı. Toprak tandırlarda pişen ekmeğin kokusu aynıydı. Avluya kurulan ocaklarda kaynayan sularla çamaşır yıkamak aynıydı. Göçüp geldikleri yerlerden bahsetmeden, nedenlerini konuşmadan, başlarıyla selam vererek, aynı mahallede birbirine dokunmadan yaşayıp giderlerdi.
Farklı dillere, farklı inançlara, farklı giysilere sahip olsalar da “komşuculuk” denilen kavramla sosyalleştiler. Hepsi sürgündü, hepsi yaralıydı, hepsinin ataları çok uzaklarda kalmıştı. İskender’den bu yana körfezi sahiplenen şehrin bir dağ mahallesini, dağ mahallesinde bahçe içinde iki odacıktan oluşan gecekonduları vatan bellediler. Ona sarıldılar. Onu korumaya çalıştılar. Elektrik olmasa da, su olmasa da, yol olmasa da. Çocuklar birlikte büyüdüler. Yeni dilleri konuşamasalar da anlar oldular, birbirine benzediler. Kümeslerdeki hayvanlar gibi küçük kümeler oluşturdular.
İşte böyle sıcak yaz gecelerinden biriydi. Uzaklarda görünen karanlık deniz, gemilerin ışıklarıyla “buradayım” diyordu. Bahçe içindeki tek katlı evler dolunayın ışıklarıyla aydınlanıyordu. Evlerden çıkan karartılar birer birer ay ışıklarına yakalanıyor, ağaçların gölgesinden sokağa geçiyor, köpek havlamalarına aldırmadan kapısı açık eve doluyordu. Aynı sokakta oturan akrabalar, uzaklarda oturan tanıdıklar, yaşlılar, gençler ve çocuklardı gelenler. Uğultu kapılardan, pencerelerden taşıp gecenin karanlığına karışıyorlardı.
Dedem, köşeye serilen minderde bir ayağını dizinden büküp oturdu. Elinde kehribar tesbihi, gözleri üzerimizde dolaştı. Biz çocuklar civcivler gibi bir köşeye kümelenmiştik. “Çocuklar diğer odaya gitsin” dedi yaşlı bir kadın. Başka bir amca, masalı çocuklar dinlemesin. Bizler anlatılan masalı dinlemek ister, öteki odaya gönderilmekten korkardık. Dedem, çalı kaşlarının sakladığı mavi gözleriyle bakardı. Bir özlem, bir sıcaklık, bir sevgi kıvılcımı…
“Bırakın kalsınlar… Masallar hepimiz içindir…”
Sevinirdik. Anlam veremesek de anlatılan masallarda bizlere yasaklanan sözcüklerin ortaya dökülmesini beklerdik. Masal kahramanları devlerle savaşacak, haksızlıklara baş kaldıracak, aşık olacak, sarılacak, öpüşecek, gökten düşen üç elmanın birini alacaktı. Kul hakkı yiyenler, kıskançlar ve korkaklar muhakkak yenilecekti. Vücut salgılarımızın henüz yol bulamadığı o yaşlarda, tatlı bir hazla anlatılanlara kulak verirdik.
“Eski çağlarda, ömrün ve anın akışı içinde, Sasani devletinde, Hint ve Çin adalarının, orduların ve kavimlerin efendisi olan bir hükümdar, bu hükümdarın iki oğlu varmış: biri büyük biri küçük. İkisi de yiğit savaşçılarmış; fakat büyük, küçükten daha yiğitmiş. Bu oğul ülkelere hükmeder ve adalet sağlayarak insanları yönetirmiş. Bundan dolayı ülkelerin halkları onu çok severlermiş. Şehriyar ve Şahzaman, Semerkant-ül Acem’de yaşıyorlarmış.”
Kalın davudi sesi yükselip alçalarak devam ederken iki oda arasındaki bu dar salona benzeyen girişte annem büyük bir bakır tepsiyi gaz ocağının üzerine koyar, bir kulağı anlatılan masalda künefeyi hazırlamaya başlardı. Bilirdi, masalın neresinde tatlının yapımına başlanacak, ne zaman şerbet kaynatılacak, ne zaman dedem büyük siniyi eline alıp künefeyi havaya atıp ters yüz edecek…
Biz, bir yandan masalı dinler, diğer yandan tatlının bir an önce pişmesini beklerdik. Ama masal uzadıkça oturduğumuz yerde birbirimize sokulup gözlerimizi açıp kapar, kıpırdaşır, uyku perisine esir olmak istemezdik… Kulaklarımız davudi seste, “Ve Şehrazat, bu ilk gecede, bir masal anlatmaya başlamış…” uykunun tatlı sıcaklığına, uyku perisinin kollarına sığınırdık.
Bu anıları her düşünüşümde aynı kokuları duyuyor, aynı heyecanı hissediyorum. “Her birimiz, içimizde, görünüşümüzle verdiğimizden, eylemlerimizle yaptığımızdan fazlasını taşırız. Efsanevi kökenimizi, soy zincirimizi, atalarımızla yakınlıklarımızı, bir etkiler ağını, bir iklimi ve hatta bir parıltıyı taşırız. (s. 322)” Beni saklayan ve koruyan masallarla birleşen bu kokuları ve seslerdeki o mırıltıları özlüyorum, Michel.
Kaynak: Başına Buyruk Bir Kadın, Michel del Castillo, Can Yay, 1992
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2022)