Çocukken söylenen beyaz yalanların gölgesi umutlarınıza hiç karalar bağladı mı? Tıkanıp kaldığında bir yazar, sözcüklerin arasında yapayalnızken çocukluğunun masum çağlarına mı sığınır?
Ruhların ve düşlerin senfonisi çalıyor şimdi, iyi dinle. Okurlar için düşsel bir şölen, çocukluğa dair bir resmigeçit.
Ülkemiz ve dünyamız adına gri bulutların düğünü var birkaç yıldır. Susmadan ve yorulmadan giderek yoğunlaşan bu karamsar tablonun altında göğe bakmak da kâfi değil artık dizelerdeki gibi. Çünkü gök de yer gibi kesif ve köhne. İşte böylesi çağlardan geçerken kişisel zindanların demir parmaklıkları, ülke sınırları ölçüsünde genişlemişse sığınacak duraklar ararız kendimize. Yekta Kopan’ın öyküleri de böylesi bir kaçış imkânı sunuyor okurlarına.
Çocukluğun şarkısını dinlerken denizler altından gelen bir akrabanın paçalarından dökülen tuzlu sular sarıyor odamızı. Erimemiş şekerleri rafa kaldırmak için ayaklandığımızda aslında o çok sevdiğimiz komşumuz ile çıkıyoruz yürüyüş parkurlarına. Ölüm, doğum ve nicesi geçip gidiyor belleğimizden satırlar arasında.
Beklenmeyen bir anda gelen ölümün sessizliğine, karşılaşacağımız herhangi bir ufunete karşı “destur” çekmek işe yarar mı? İşte tüm bu bilinmeyenleri okurken on iki öykünün de tadı damağımızda kalıyor ve kitabı kapadığımızda ise bir masaldan süzülen sırra erişmenin mutluluğu sarıp sarmalıyor içimizi. Çünkü çocukluğun saflığındaki umut, tüm kesif grileri ancak masalsı bir dokunuşla örtebiliyor.
Çoğumuz çocukluğa dair tek bir anıya sarılırız bazen. Bir gün, bir kişi, bir olay… Bütün çocukluğumuzu onun çevresinde öreriz. Hani çocukken bir yerimiz yara olduğunda tentürdiyot sürerlerdi üstüne, sonra da yanmasın diye üflerlerdi. Hayatımız boyunca birileri yaralarımıza iyi gelecek bir şeyler sürsün, sonra da acımızı almak için üflesin diye bekliyoruz.
Ömer Ünal – edebiyathaber.net (5 Temmuz 2021)