“Yoksullarımızın sefaletine doğa kanunları değil de
kurumlarımız yol açıyorsa, günahımız büyüktür”
C. Darwin
“Yurttaşlar diyeceğiz onlara masalımızda, sizler kardeşsiniz, ama tanrı hepinizi farklı bir çerçeveye oturttu. Bazılarınızda buyurma gücü var, Tanrı bunların bileşimine altın koydu, bu yüzden en büyük onur da onların; bazılarını gümüşten yaptı, yardımcı olsunlar diye; yine bazılarını, çiftçi ve zanaatkar olacakları, demir ve kalaydan yaptı; bu bileşimler genellikle nesilden nesile aktarılır… Bir kehanette demir ya da kalaydan biri Devlet’i yönetirse devletin yıkılacağı söylenir…” (Platon’un aktardığı, Sokrates-Glaukon diyaloğu)
“Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştır” argümanı tüm dünya halkları tarafından zaman ve inanç ötesi bir anlayışla kabullenilmiştir. Dünyadaki geçiciliğine giydirdiği bu suret, insanın kendisini ölümsüz/daimi olana bağlayışının bir yolu olagelmiştir. Kendinden olmayanı, kendine benzemeyeni ötelemeyi karakter edinmiş insan, dünyadaki ötekilerin suretine hep şüpheyle yaklaşmış, kendisini onlarla aynı kaynağa bağlamaya imtina etmişti. İlerleyen zamanın getirdiği “bilimsel ölçeklere” kurtarıcı olarak sarılmış, aynı tanrının çocuklarını diğerlerinden ayırabilmek için ölçmüş de ölçmüştü…
Çıkış noktasını kutsal kitapların “yaratılış öyküleri”nden alan bu tartışmaların odak noktası, dünya üzerinde yaşayan insanların tümünün aynı kökenden gelip gelmedikleriydi. İnsanların birden çok ataya/kaynağa sahip olduklarını ileri süren Polijeni teorisi ile insanı tek bir ataya bağlayan Monojeni teorisi tartışmanın taraflarını oluşturuyordu. Yeni Dünya’nın keşfi ve hatta Darwin’in Evrim Teorisi gibi gelişmeler dahi bu tartışmaların ivme kazanmasına neden olan olaylar olarak dikkat çekmektedir… Bu tartışmaların ışığında, Latin Amerika, Avustralya ve Afrika’nın yerli halklarına yıllarca adaptasyon sorunu yaşayan ve yok olmaya mahkum yaratıklar muamelesi yapılmış, alınıp satılmalarında, köleleştirilmelerinde ve “eğitilmelerinde” beis görülmemiştir.
Basitçe, insanların temel özelliklerinin genetik yollarla aktarıldığından ve bu sayede bazı insanların diğerlerinden farklı kimi yeteneklere sahip oldukları inancından hareket eden bu ırksal vurguya bilim dilinde biyolojik belirlenimcilik ismi verilmektedir. Bu düşünme biçimi uzunca bir süre, ortak davranış normlarının, insan grupları arasındaki toplumsal ve ekonomik farklılıkların doğuştan getirilen genetik mirastan kaynaklandığına vurgu yapmıştır. Mesele gelip biyolojiye dayandığında ise ölçüm de hızlanmış yeni ölçekler hazırlanmıştı. Biyolojik belirlenimci araştırmacıların üzerinde en fazla durdukları organın kafa ölçüleri olması sürpriz sayılmamalı. Bilimsel literatüre Kranyometri olarak geçen kafatası ölçme davranışı o denli ileri vardırılmıştı ki, kafatası koleksiyonları ve laboratuvarları kurulmuştu (Böyle bir kafatası koleksiyonu Ankara’da da kurulmuştu). Uygarlığı yaratanların beyazlar olduğuna şüphesi bulunmayan bu “sapkın” bilimcilerin yaptığı sınıflandırmaların etkisi bugün bile devam etmektedir. “Kafatasının maksimum genişliğinin, maksimum uzunluğuna oranı olarak hesaplanıyordu. Nispeten uzun kafataslarına (oranın 0,75 ya da daha az olduğu) dolikosefal, nispeten kısa olanlarına da brakisefal (0,8’den yüksek olduğu) denir. Kranyal endeksi popüler hale getiren İsveçli bilim insanı Andres Retzius, ona dayanarak bir medeniyet kuramı inşa etmişti. Retzius, Avrupa’nın Taş Çağ halklarının brakisefal olduklarına, daha sonra ilerlemeci Bronz Çağı unsurlarının (Hin-Avrupalılar, yani Aryan dolikosefaller) Avrupa’yı işgal edip bölgenin ilk ve daha ilkel sakinlerinin yerini aldıklarına inanıyordu…”
Kafatası ölçümleri sadece uygarlık kriterlerini belirlemek için yapılmıyordu elbette. İnsan, içindeki narsistik şişkinliğini kabartmak için ötekilerin envanterini çıkarıyordu. Kafatası ve beyin hacmi ölçülenlerden biri de kadınlardı. Alman antropolog E.Huschke 1854’te şöyle diyordu: “Zenci beyinleri, çocuklarda ve kadınlarda bulunan tipte omuriliğe sahiptir, bunun ötesinde zenci beyinleri yüksek maymunlarda bulunan tipteki beyinlere yakışır”. Bu, ırkçılığın her türlüsü bir cümleye nasıl sığdırılın ispatı gibidir. Bir başka kadın düşmanı Gustave Le Bon ise kadınlar için şu tespiti yapıyordu: “Parisliler arasında olduğu gibi, en zeki ırklarda, beyinlerinden çok goril beyninin büyüklüğüne yaklaşan çok sayıda kadın vardır. Bu aşağı olma hali o kadar belirgindir ki hiç kimse bir an olsun karşı çıkamaz, sadece derecesi tartışmalıdır…”
Elbette “bilim dünyası” suçluları da unutmamıştı. Ölçümlerden ve rakamlardan aldığı hazla izanını kaybetmiş bilim, ölçmeye devam ediyordu. 1870’lerde suçlular ile deliler arasında anatomik farklılıkların belirlenmesine yönelik çalışmalar yürütülüyordu. Dönemin ünlü suçlusu haydut Vihella’nın kafatasında insani bir özellikten çok maymuna yaklaşan bir karakter sergileyen kimi farklılıklar tespit edilmişti…
Bilim, bilim insanı, insan bilimini tartışmak şöyle dursun bu tam da bilimi “adamlara” yaraşır gören zihniyetin ta kendisidir. “Bilim adamları” kurdukları ölçme düzeneğinden o kadar memnun kalmış olmalılar ki ellerinden daha önce yaşamış ve ölmüş olanlar da kurtulamıyordu. İçinde Mozart’ın da olduğu pek çok “önemli” şahsiyet bilimin ölçüsünden kaçamamış beyin kapasiteleri ve zekaları ölçülmüş ve pek çoğu da düşük puanlar almışlardı.
Stephen Jay Gould’un yazdığı, Ebru Kılıç’ın Türkçeleştirdiği, Versus Kitap tarafından yayımlanan “İnsanın Yanlış Ölçümü” isimli çalışma aydınlanmacı “bilimsel” yaklaşımın altında yatan faşist, ırkçı zihniyeti gözler önüne seriyor. Geçmişte yapılan ölçüm faciasının günümüzde bile devam ettiğini örnekleriyle veren Gould, “Daha nitelikli bir yüzyılda yaşıyoruz ama temel argümanlar hiç değişmemiş gibi görünüyor. Kranyal endeksin kabalığı yerini zeka testlerinin karmaşıklığına bırakmıştır” diyor. Darwin’in Evrim Teorisinin insana verdiği en önemli mesajın “insanların bütün organizmalarla evrimsel bir birlik içinde olduğuydu” diyen Gould, insan için şu sözleri sarf etmektedir: “İnsanın benzersizliği esasen beyinlerimizde yatar… İnsan toplumları biyolojik değişimler sonucu değil, kültürel evrimle değişir… Homo Sapiens’in elli bin yıl önce fosil kayıtlarında belirmesinden bu yana, beyin büyüklüğü ve yapısında biyolojik bir değişim bulunduğu yönünde elimizde hiç bir kanıt bulunmuyor. O zamandan bu yana yaptığımız her şey… kültürel evrimin ürünüdür”.
Geçen yüzyılda gerçekleşen iki büyük dünya savaşının altında böyle bir “bilimsel sapkınlık” yatarken halen insan biyolojisinin, ırkının veya etnik kimliğinin üzerine politika inşa etmek tabiri caizse aptallıktır. Çünkü yapılan deneyler bile göstermektedir ki aynı türcü ve ırkçı bilimin akılsız olmakla itham ettiği hayvanlar (beni bağışlasınlar) bile aksine bu denli hayati bir hatayı ikinci kez tekrar etmezler.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (26 Kasım 2014)