Söyleşi: Nilgün Çelik
Mediha Ünver Klaros Yayınlarından Gülbahar adında eserini bu yılın mart ayında okurlarına sundu. Gülbahar bir aşk romanı gibi görünse de aslında kadın/kadınlar romanı benim için. Mediha Ünver’e kitabını okurlarına anlatmasını istedim…
Sevgili Mediha, öncelikle kitabının okuru bol olmasını diliyorum. Kitabının derinliklerine geçmeden biraz bize kendinden bahseder misin?
Çok teşekkür ediyorum sevgili Nilgün. Çiftçi bir ailede, okuma yazma bilmeyen annemin altıncı çocuğu olarak dünyaya geldim. Ortaokul öğrenimini Antakya’da ablamın yanında tamamladım. Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Elektronik Bölümünü bitirdim ve öğretmenlik yaptım.
İyi sayılabilecek bir okur olsam da yazmak aklımın ucundan bile geçmezdi. Yedi yıl önce senaryo kurslarıyla başlayan ve şu anda hayatımın merkezinde olan yazın yolculuğum önce öyküye sonra romana evrildi.
Romanı yazmadan önce nasıl bir hazırlık yaptın?
Yazmaya başlayalı beri hep beynimde dönen bir konuydu Gülbahar. Belki de yazmaya başlamamın ana motivasyonuydu. Romanda olay örgüsü tamamen kurmaca olsa da çocukluğumda şahit olduğum ve izlerini bir ömür taşıdığım olayı ancak anlatırsam o talihsiz kadının feryadı olacak ve vefa borcumu ödemiş olacaktım.
Sekiz yaşına kadar yaşadığım köy hayatına, şivesine, kültürüne hiç yabancı değildim. Kurgu ve yan karakterleri oluşturma üzerinde kafa yormak dışında fazlaca hazırlık yapmam gerekmedi.
Yazım sürecinde destek aldın mı? Roman ne kadar sürede bitti?
Gülbahar’a öykü olarak başladım. Konu o kadar ağır ve çetrefilliydi ki metin romana doğru yol aldı. Buna bağlı olarak da zaman, mekân, olay örgüsü ve karakterleri geliştirmek zorunluluğu oluştu. Öykü ve roman tekniğinin dinamikleri farklı. El yordamıyla ilerlemeye çalıştığınız bir süreçte zaman zaman tıkanıyorsunuz ve başka bakış açılarına gereksinim duyuyorsunuz. Yazım sürecinde arkadaşlarımın ufuk açıcı görüşlerini aldım, roman üzerine teknik okumalar yapmaya çalıştım.
Yazın yolculuğumda desteklerini üzerimden hiç eksik etmeyerek beni kanatlandıran üç yazar arkadaşım; Sayın Hasibe Ayten, Leyla Serpil, Hatice Günday Şahman ve çevirmen Zerrin Yaya’ya aracılığınızla bir kez daha teşekkür etmek isterim.
Gülbahar aralıklarla dört yıl üzerinde çalıştığım bir roman. Kolay yazabilen biri değilim. Yazmak için kendimi çevreden yalıtmam ve olayı tamamen içselleştirip hissetmem gerekiyor. Temaya bağlı olarak İçimin acısından yüreğim yetmediği, kalemimin gitmediği dönemler oldu. Defalarca bıraktım ve yeniden başladım. Neyse ki vicdanım duygularıma galip geldi.
Romanda geçen mekân kırsal bir bölge. Bir köy. O atmosferi okur gözünde canlandırabiliyor. Betimlemelerin ve diyalogdaki şivelerle bunu desteklemişsin? Kurguda betimlemelerin veya şivenin olması sence olayı ve atmosferi destekleyen bir öge midir?
Kesinlikle evet. Ressamın tablosu ne ise edebiyatta da betimleme o. Atmosfer oluşturmak boş bir tuvali doldurmak gibi bir şey. Sözcükler okurun zihnindeki ne, nerede, kim sorularını biçimiyle, renkleriyle görünür hale getiren bir fırça izi. Üstelik bu öyle sihirli bir fırça ki yalnızca görsel efektler değil, düşünsel izlerde de bırakabiliyor.
Şiveyi çok önemsiyorum. Anadolu’nun yedi bölgesindeki her şiveyi insanlarımızın etnik kökenlerinin dilde vücut bulmuş hali olarak görüyor ve bu yalnızca insana has renkliliği çok seviyorum. Diyaloglarda şivesi karakterin kimliğine uymayan her metin benim için sahiciliğini ve büyüsünü yitirir. Kekeme ve kekredir.
Gülbahar, amansız / imkânsız bir aşkı anlatıyor gibi görünse de bir “kadın” romanı benim için. Aşkın çevresinde olanlar ve içinde olanlar var. Gülbahar ne kadar çıkmazdaysa Hürü de aynı şekilde. Bu anlamda kadını birçok pencereden görme ve hissetme imkanına eriyoruz. Bu romanı yazmana en çok sebep olan kadın kahramanı merak ediyorum. Hangisi daha çok, “beni yaz,” dedi sana?
Gülbahar yasak aşk teması ekseninde ilerleyen bir kadın romanı gibi görünse de alt katmanda bir sistem eleştirisi aslında. Feodal düzen içerisinde üretim ilişkilerine bağlı olarak erkin gücü kullanım bicimi ve bunun sosyolojiye yansımaları. Romandaki kadın karakterler o sistem içerisinde en çok ezilen, yok sayılan, Nazım Usta’nın dediği gibi sofrada yeri öküzden sonra gelen kadınlar.
Aynı erkeği seven Hürü ile Gülbahar’ın çıkmazları aşma biçimleri farklı. Hürü’nün mücadelesi mevcut düzenini korumaya, mücadele şekli ise kurnaz ve zaafları kullanmaya yönelik. Gülbahar’ınki asi, dönüştürmek isterken hayatı pahasına cesur. Bu nedenle “beni yaz,” diye bas bas bağıran Gülbahar’dır.
Kadın üzerinden yine önemli bir olaya, namus meselesine de dikkat çekiyorsun. Namus neden hep kadın üzerinden şekilleniyor Mediha? Bunun için ne söylemek istersin?
Bu konuyu tamamen toplumun din, değer yargıları, gelenek, görenek, kültür gibi norm ve kuralların oluşturduğu sistem bütünlüğü içinde ele almak gerekir. Gelişimini tamamlamayan ülkelerin az gelişmiş zihniyetteki insanlarının namus kavramı ne yazık ki kadınların iki bacağı arasına sıkıştırılmıştır. Zamana ve yere bağlı olarak değişiklik gösteren bu kavram ve kadına bakış açısı roman özelinde çağına uygun olarak şöyle ifade edilmiştir:
Yarın denen o kaygan zemin, biraz da kadınların etekleri altında gizliydi bu diyarda. Erkek hercai tohumsa kadın bereketli topraktı; nicedir rüzgârı zapt eden er kişi, tohumunu nereye isterse savururdu. Bereketli topraklarının uçkuruna sahip çıkması gereken kadındı. Öyle buyurmuştu yaradan; öyle belletilmişti! Hürü’nün uçkuru bağlıydı… Gülbahar ise, yasak aşkıyla böyle gelmiş böyle gider düzene apaçık bir tehdit! Ulu orta başkaldırı! Katli vacip…
Çok güçlü kadın karakterlerin var. Hürü, Gülbahar, Şartlı Fatma, Şirin, Feride… Ama Şirini ayrı bir yere koyuyorum. Onun başına gelenler adını bilmediğimiz ismini duymadığımız birçok genç kadının başına geliyor ve maalesef kaybediyoruz. Bu konuda okurlarına ne söylemek istersin?
Şirin… Bakire çıkmadığı gerekçesiyle baba evine gönderilen çocuk gelin. Kadını erkeğin özel mülkiyeti olarak gören geleneklerde gerdek gecesi sonrası çarşafta kan görmemek başlı başına can alma gerekçesi sayılabiliyor ne yazık ki. Bu da namus anlayışın yoz bir versiyonu.
Çok tanıdık bir anne figürün var. Şartlı Fatma. Okurken hayli söylendiğimi bilmeni isterim. Anneler kutsaldır ama Şartlı Fatmalar olmasın diye ne yapmalıyız?
Öncelikle anneliğe kutsal bir anlam yüklemediğimi belirtmeliyim. Feodal toplumlarda erkeğin kadın üzerindeki hegomanyası bilinen bir gerçektir. Bizim göz ardı ettiğimiz kadının kadına uyguladığı baskı ve şiddettir. Sanki aynı yer almıyorlarmış gibi bazı durumlarda en az erkek kadar baskıcı ve zalim olabiliyorlar. Özellikle yaş alıp güçlendikçe erkekleşen kadınlar bu konularda karşı cinse taş çıkarabilir. Bu da bize cinsiyetine bakmaksızın özdeki sorunun gücü elinde tutanların zayıfları ezdiği gerçeğini gösterir. Çözümü neden sonuç ilişkisinde aramak gerekiyor.
Eserin erkeklerinden de bahsetmek isterim. Ayaz Ali, karakter olarak öyle çok da güçlü bir erkek değil. Biraz korkak biraz da duygusal. Aynı ölçüde Hamit ise paranın verdiği güvenle güçlü. Sen yarattığın kahramanlar üzerinden bir yorum yapmak istesen erkeğin acizliği parayla alakalı mıdır? Para nereye kadar güç sayılır neler söylemek istersin?
Ekonomik koşullar şüphesiz ki insan karakteri ve direnci üzerinde etkilidir. Ne derler “açlık yiğitlik öldürür.” Ancak para birçok olmazı olur eylese de tek başına bir mutluluk kaynağı değildir. İnsanın bilinçle kuşatılan iradesi mevcut koşulların tahlilini yapmayı ona göre çözüm yolu aramayı ve mücadele azmini de beraberinde getirir. Önemli olan bu iradeyi gösterebilmek, hedeflediğin yolda dik ve onurlu durabilmek. Ali’nin çaresizliği kısmen maddi koşullara bağlı olsa da yenilgisi karakteristik özeliklerinden kaynaklı. Hamit’in serveti Gülbahar’a boyun eğdirebiliyor mu?
Yeni çalışmaların var mı bahsetmek ister misin?
Evet, finale yaklaşan bir roman dosyam ve üçte ikisi tamamlanmış öykü dosyam var. İlginize ben çok teşekkür ediyorum.
Tüm cevapların için teşekkür ederim.
Ben güzel soruların için çok teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (12 Ekim 2024)