Söyleşi: İrem Şahin
Mehmet Ali Öksüz’ün Turna Teleği adlı kitabı geçtiğimiz günlerde Günışığı Kitaplığı’ndan yayımlandı. Bir çocuğun büyüme sürecini mistik bir dille anlatan yazarla son kitabı üzerine konuştuk.
Turna Teleği, umudun yanında yas, yalnızlığın yanında bir başarı hikâyesi. Ati, bir yandan ailesinin geleceği umudunu yüreğinde taşırken bir anda yas sürecine bürünüyor. Zıtlıkları incelikle ele alıyorsunuz. Böylesi yoğun duyguları işlerken ilham aldığınız şeyler neler oldu?
Sorunuzun cevabı iki boyutlu. İlki, Fransız yazar Stendhal’a atfedilen “Roman yol boyunca gezdirilen aynadır,” görüşünün tezahürü. Bu söz hem edebi gerçekçiliği hem de insan yaşamının tüm yönleriyle romanın konusu olabildiğini vurguluyor. Turna Teleği her ne kadar göçmen kuş hikâyesiymiş gibi görünse de aslında Ati adındaki çocuğun yaşamından bir kesit sunuyor. Size, bana Ati’ye… kime ait olursa olsun yaşam dediğimiz şey zıtlıklar üzerine kuruludur; sevinç ve hüzün, doğum ve ölüm, iyi ve kötü… Dolayısıyla kurgu eserlerde insan yaşamı söz konusu olduğunda, karşıtlıklar ister istemez okuyucunun karşısına çıkıyor. Bu kurgu açısından gerekli. Hep mutlu yahut hep kederli bir kahraman okuyucuya sahici gelmez.
İkinci boyut kitabın anlatım tekniği ile ilgili. Turna Teleği çıktığı ilk günden itibaren okurlarca “masalsı” olarak tanımlandı. Bu doğru bir tespit çünkü kitabı yazarken bunun için gayret gösterdim. Masalların karakteristiklerinden biri; güzel ve çirkin, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, zengin ve yoksul gibi karşıtlıkları bir araya getirmesi ve bunlar arasındaki mücadeleye yer vermesidir. Dikkatli okuyucular sadece karşıtlıkları değil masal türüne ait bazı tematik unsurları ve anlatı tekniklerini de eser boyunca gözlemleyeceklerdir.
Kitapta dikkat çeken önemli noktalardan biri de eski Anadolu kültüründeki “hikâye anlatıcılığı”. Anlatılan her hikâye Anadolu’da kutsal sayılan, miti olan hikâyeler. Günümüzde yaygınlığını yitirdiğini düşündüğüm bu önemli gelenek hakkında hem bir yazar hem de bir eğitimci olarak neler söylemek istersiniz? Çocuklar ve gençler için bu geleneğin nasıl bir önemi var?
Hikâye anlatıcılığı, yeryüzü coğrafyasının farklı toplumlarında da karşılaşılan bir kavram, insanlık tarihinin ortak değeri. Sözlü edebiyatın mihenk taşı. Bu geleneğin nasıl doğmuş olabileceğini düşündüğümüzde, gözümüzün önüne ilk insanlar geliyor. Mağarada ateşin başına toplanmışlar, içlerinden biri ava katılmayan diğerlerine o günkü avı anlatıyor. Buna hikâye diyebilir miyiz? Evet. İnsanlar zaman içinde çeşitli amaçlarla, çeşitli şekillerde birbirlerine hikâyeler anlattılar. Daha çok geçmişe ait olanı, kaydedilmiş bilgiyi birbirlerine aktarmak için. Böylece kültürel belleği yaşatmış, geçmişle bugün arasında köprü kurmuş oluyorlardı. Turna Teleği’nde İnşu Ana’nın sağlam bir şekilde, atalarından bu mirası devralmış olduğunu görüyoruz. Belli ki onlarca hikâyesi var. Anlattığı hikâyeleri, durumun gerekliliğine göre seçiyor. Onları daha çok, Ati üzerinde sağaltıcı bir güç olarak kullanıyor. Modern yaşam penceresinden baktığımızda nerdeyse bir terapist gibi hareket ediyor.
Biz bugün, İnşu Ana’nın yahut eski insanların tercih ettiği şekliyle hikâyelere, hikâye anlatıcılığına ihtiyaç duymuyoruz. Ancak, bu geleneğin “geçmişle şimdi arasında bağ kurma işlevi” bile onun yaşatılması konusunda yeterli bir neden. Nihayetinde hikâyeler dil ürünleridir ve dil kültürün taşıyıcısıdır. Postmodern edebiyatın yaptığı gibi globalleşen dünyada kültürel çeşitliği koruma girişimleri, geleceğin huzurlu toplumlarını inşa etmek adına bir gerekliliktir.
Turnalar hemen hemen her kültürde kutsal sayılan, yaşamla ölüm arasında bir bağ kurduğu kabul edilen hayvanlar. Kitapta da bu vefalı ve nazik kuşa davranış şeklinin nasıl sonuçlanacağına dair güzel örnekler veriliyor. Turna kuşunu romana, özellikle de ana karaktere, işleme fikri nasıl oluştu/nasıl gelişti?
Turnayı ana karaktere işlemek ifadesi, turnanın romana sonradan dahil edildiği düşüncesini çağrıştırıyor. Halbuki durum bunun tam tersi. Her şey kuşlar hakkında izlediğim belgeselle başladı. Belgeselde, yurtlarına dönmeye çalışan turnalar kartalların saldırısına uğruyor, turnalardan biri kartallar tarafından feci şekilde hırpalanıyordu. Kuşun sürüsüne ulaşamayacağını, öleceği sanmıştım. Neyse ki böyle olmadı. Yine de çok dramatik bir sahneydi, bunu yazmak istedim. Ancak bir yandan da çok katmanlı bir öykü yazmak istiyordum. Sadece turnayı anlatmak bunun için yeterli olmayacaktı. Bir çocuk kahramana ihtiyaç duydum. Zihnimde, belgeseldeki coğrafyayı bambaşka hallere getirdim ve o coğrafyada ne tür yaşantılar olabileceğini düşledim. Neden turnayla benzer yönleri olan bir çocuk olmasındı ki? Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Kitap, turna hikâyesi olmaktan çok bir çocuğun öyküsüne belki de çoğu okuyucunun beni acımasızlıkla suçlayacağı dramatik bir öyküye dönüştü.
Yaşamöykünüze bakınca Mersin bölgesinde yaşadığınızı görüyorum. Biliyoruz ki Çukurova sinemadan edebiyata kadar her alanda çok özel isimler ve eserler çıkardı. Çukurova’nın hem yazınıza hem de bu hikâye tutkunuza nasıl bir etkisi olmuştur?
Mersin, günümüzde kozmopolit özellikler gösterse de şehrin yerel sakinleri çoğunlukla Türkmenler ya da Yörüklerdir. Benim çocukluğum yörükler arasında geçti. Tüm yörükler gibi yaz geldiğinde tası tarağı toplar Toroslar’ın yaylalarına çıkardık. Çok sonraları, o kasabadan taşındık ve bizim yayla maceralarımız da sona erdi. Yaylaya çıktığımız yazlar, hayatımın en güzel yazlarıydı. O zamanlar kekik kokulu yamaçların, ardıç gölgelerinin, uzak dağların ardından gelen çan seslerinin, karpuz çatlan pınarların, göğün mavisini yırtan bembeyaz bulutların ve Toroslar’ın doğasına özgü onlarca güzelliğin ruhumu yavaş yavaş ele geçiriyor olduğunun farkında değildim. Yaşamının sonraki yıllarını şehirde geçirmiş biri olarak, yaylaları hep özleyip durdum. Bu durum ister istemez yazdıklarıma da sirayet etti.
Okuyucular genellikle beğendikleri kitapta yazarın hayatının izlerini ararlar; bu çoğunlukla kitapta sözü edilen rahatsız edici bir durumla, dramatik bir olayla yahut uç birtakım duygularla yazarın hayatını ilişkilendirmekle sonuçlanır. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Turna Teleği’ni okuduktan sonra yine de bu meraka kapılacak tüm okuyucular için belirtmeliyim ki benim hayatımın kitapla kesiştiği tek nokta kitapta sözü edilen doğaya ait izlenimlerdir. Çocukluğumun bir kısmını Toroslar’da geçirmeseydim, Turna Teleği’nde okuyucuya tanıdık gelen, sahici bir coğrafya kurgulayamazdım diye düşünüyorum.
Biraz da kişisel bir soru olsun o zaman son sorumuz. Turna Teleği, yayımlanmış ilk kitabınız. Bir eğitimci ve yazar olarak böyle bir yolculuğa çıkma fikri nasıl gelişti? İlk kitap motivasyonunuzu, heyecanınızı merak ediyorum…
Okumayı hep sevdim. Çok okuyan bir insan okuduklarıyla derinlikli bağlar kurabiliyorsa yazmak da istiyor. Yazma tutkusu, özel anların yaşattıklarıyla aniden ortaya çıkmış bir tutku değil. İlkokulda okuduğum masal kitaplarına öykünerek masallar yazar, bunları resimleyerek kendi küçük kitaplarımı hazırlardım. Ortaokul yıllarımda nitelikli kitaplarla buluşamadım. Lisedeyken kütüphaneleri keşfettim ve harika yazarlarla tanıştım. Beni en çok hangi yazar etkilediyse, aslında onları kopyaladığımın farkında olmadan yazıp durdum. Türkçe öğretmeni olduğumda, çocuk edebiyatına ilgim arttı. Özgün çocuk kitapları okumanın bana kimi yetişkin kitaplarından daha fazla keyif verdiğini anladığımda benzer bir etkiyi yaratabileceğim kitaplar yazma fikri oluştu içimde. İlk denemelerimin çocuk dünyasında karşılığı var mıydı tartışılır ama yazmaya devam ettim. Nihayetinde, sevgili editörüm Müren Beykan’ın da desteğiyle Turna Teleği ortaya çıktı.
edebiyathaber.net (29 Haziran 2024)