Söyleşi: Adalet Çavdar
Edebiyatın çeşitli türlerinde eserler üreten, emekli bir öğretmen olan Mehmet Atilla’nın yeni romanı Paramparça, Delidolu Yayınları tarafından yayına hazırlandı. Mehmet Atilla Paramparça romanında 12 Eylül 1980’nin üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra 21 yaşındaki genç bir delikanlı olan Uzay’ın başından geçenleri anlatıyor. Bir döneme üç farklı ailenin hikayesi ile kısa bir zaman diliminde bakıyor Mehmet Atilla. Siyaset, sevgi, kaçış, sığınma arzusunun yanı sıra aile kavramıyla yüzleştiriyor Uzay’ı. Paramparça şehirde gerçekleşen bir devrimin ya da darbenin değil taşraya sığınmanın romanı. Mehmet Atilla bir dönemi kaçmak zorunda olan bir gencin yaşadıklarıyla anlatıyor.
1980’ler değişen ve içe kapanan bir Türkiye’ye, daha doğrusu bir topluma yönelmenin başlangıcı. Siz de bu içe kapanışın bir hikayesini anlatmışsınız romanınızda. Güvenilir bir sığınak bulmanın zorluğu var romanınızda. Ne demek istersiniz bu konuda?
Güven duygusu önemli. Üstelik öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, bireysel ve toplumsal ilişkilerde karşılıklı güveni bir türlü oluşturamamışız. Olağanüstü günlerde bu eksiklik kendini iyice belli ediyor. Romandaki ana karakterin boğuştuğu sorunlardan biri de bu. Kurulu düzenin intikam ateşinden uzaklaşmak için kaçmaktan başka seçeneği yok. Öte yandan kişisel hesaplaşma da var elbette. Arkamızda bıraktığımız kimi eylemler, özellikle zor dönemlerde bizi yönetmeye başlıyor. Defteri bir anda kapatamıyorsunuz. Yeni bir dönemin kapısını aralamaya çalışsanız da, yaptıklarınızın egemenliği dışına çıkmak hiç de kolay değil. Bu durumda geniş soluklar alıp verebileceğiniz ortamlara ihtiyaç var. Roman bir yönüyle bu ortamın altını çizmeye çalışıyor. Zorlukları içermesi işin doğasında var zaten. Her yer ve herkes öylesine kaygan ki… Bu durumda insanların özçıkarlarını düşünmeleri doğal. Hatta kimi felsefi yaklaşımlara göre erdem. Özçıkar derken bencillikten söz etmiyoruz kuşkusuz. Ayakta kalabilmenin bir gereği bu. O dönemi yaşayanlar bilirler, aileler de çocuklarını “kaçak” olmaya yöneltmişlerdir çoğu zaman. Yasalardan çok vicdanlara olan güvensizliktir bunun temel nedeni. Eskiden öyleydi de, şimdi farklı mı sanki? Bugün de kimden ya da nereden geleceğini bilmediğimiz bir sürü tehlikeli olasılığın sarmalı içinde hissetmiyor muyuz kendimizi. Kısacası güven sorunu bugün de geçerli. Ne acı ki, aradan geçen onca yıla karşın değişen pek bir şey yok.
Bugünün Türkiye’sinde 1980’in ne kadar payı var? Bugünden bakıldığında 1980’in hepimize mirası ne?
Toplumsal değişimleri birkaç cümleyle açıklamak sıkıntılı olsa da, iki noktayı vurgulamak isterim: Birincisi Türk-İslam sentezi denilen, son derece ötekileştirici bir düşüncenin ateşini körüklemeleri; ikincisi de ortalama olanı yüceltip bilimsel ve sanatsal ilerleyişin önünü kesmeleri. Geldiğimiz nokta ortada. Kimi gün ırkçı, kimi gün ümmetçi söylemlerle yurt içinde ve dışında düşman kazanmanın peşine düşen bugünkü iktidarın tohumlarını serpip toprağını sulayan adamdır Kenan Evren. Arşivler orada duruyor. Diğer politikacıların suçu yok mu? Olmaz mı, hem de deve yüküyle. Onlar da bu mirası kendilerine göre yontarak oy devşirmeyi başarı saydılar. Fakat uzun konu. Gelelim ortalama olanın yüceltilmesine. Şöyle bir bakın çevrenize; politikacılar, gazeteciler, ekran yüzleri, sahnedekiler, akademisyenler, iş adamları, diğerleri… İmrenilecek, saygı duyulacak yanları var mı? Müthiş bir sığlık, utanılacak bir sıradanlık… Meydanı böyle insanlara bırakmanın önderliğini yapanlar da 12 Eylül’ün mimarlarıdır. Nitelikli bilim insanı da var aslında bu ülkede, sanatçı da. Ama etkinlikleri yok denilecek kadar sınırlı. Mirasın burasından devam edersek YÖK’e, milli eğitim ve kültür bakanlıklarına da uğramamız gerekir, iyisi mi duralım.
1980’ler siyasi olarak yeniliklere kapanmanın, tüketicilik anlamında her türlü yeniliğe boğulmak anlamına geldiği bir dönem oldu. Bu dönemde aileye ne oldu? Sizin anlattığınız iki farklı aile dramı bu değişime ilişkin ne tür ipuçları veriyor?
Bu noktaya gelmemizi tetikleyen iki cümleyi unutamam. İkisi de Turgut Özal’a ait. “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz,” ve “Allah zengini sever.” 30 yıldır ülkeye bu mantık pompalanıyor. Para kazanmak için her yol geçerli. Yasaları delmek de işin uzantısı. Böyle bir atmosferde yaşayan insanlar, siyasal gelişmelere kafa yormak yerine çarpık bir kültürün figüranı olmayı daha çekici buluyorlar. Çünkü birinde durup düşünmek var, ötekinde öne çıkmak ve görünür olmak. Kitle iletişim araçlarının hızı ve yaygınlaşması da tüketim sektörlerinin işine yaradı. Şimdi herkes tüketme ve görünme hastalığının pençesi altında. Romandaki aileler bu bağlamda günümüzle kıyaslama yapılmasına olanak veriyor elbette. Birinde onca parçalanmaya karşın ayakta kalma çabası var, ötekinde ise günümüzde az rastlanılan dayanışmanın içtenliği… Takdir edersiniz ki, iki aile de gerçeğin yalnızca bir bölümünü simgeleyerek okur zihninde çağrışım yaratılmasını sağlıyor. Bu çağrışımların ipucu olarak algılanması bence yeterli. Gerisini kişisel yoğunlaşmalara ve yorumlara bırakmak gerekiyor.
1980’de genç olmak ve bütün bu siyasi karanlığa tanık olmak nasıl bir şey?
12 Eylül’de 21 yaşındaydım. Genç bir öğretmen olarak mesleğe yeni başlamıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse toplumun önemli bir çoğunluğu askerlerin yönetime gelmesini onayladı. Gerekçe belliydi; kardeş kavgasının sona ermesi. Oysa çok yüzeysel bir yaklaşımdı bu. Olayın altında ekonomik dayatmalar, Amerikan üsleri ve sınıfsal uyanışları yok etme isteği vardı. Çok geçmeden de asıl amaç kendini gösterdi zaten. Toplumun ilerici kesimleri tümüyle kıyımdan geçirildi. Uzun süren tutuklamalar ve bitip tükenmek bilmeyen işkence günleri başladı. Bence 12 Eylül’ün en büyük suçu, işkenceler ve taraflı bakış açısıdır. Asıl tırpanlama da toplumun sosyalist ya da ilerici olarak tanımlanan kesiminde yapılmıştır. Bu yüzden Paramparça’nın odak noktasına böyle bir karakter yerleştirdim. İşkenceleri de göz ardı etmedim elbette. Kişisel olarak ben hapse girmedim, işkence de görmedim, ama birçok arkadaşımın bu cenderede ezildiğine tanık oldum. İşte bu tanıklık beni bunları yazmaya götürdü. Necip Mahfuz’un “Niçin yazıyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıtlardan biri, beynimin köşesinde durur: “Bir ağırlıktan kurtulma arzusu.” Yazma isteğini tek boyuta indirgemek istemem, fakat bu söz böyle bir roman için oldukça açıklayıcı. Şu da var ki, söz konusu tanıklıkları yazarken Roland Barthes’tan pek de uzaklaşmamaya çalıştım: “Yazar, dünyanın ‘niçin’ini ‘nasıl yazmalı’da eriten kişidir.”
Bugünün yöneticilerinin çoğu 1980’lerde genç olanlar. 1980’ler onların siyasi kişiliklerinde nasıl bir iz bırakmış olmalı ki bize bunları yaşatıyorlar?
Saptamanız doğru. Bugünün yöneticileri, büyük bir çoğunlukla 12 Eylül’de 15-30 yaş aralığı içindeydiler. Ancak ülkücü geçmişi olanlar dışındakilerin hiçbirinin doğrudan zarar gördüğünü sanmıyorum. Hatta yarar sağladıkları bile söylenebilir. Her ne kadar 12 Eylül’ün gerekçeleri arasında “irtica” da sayılsa da bunun göstermelik olduğu çabucak anlaşıldı. Kenan Evren ve arkadaşları “sağı solu” toparlayayım derken ülkeyi din sömürüsü yapan zihniyete kendi elleriyle teslim ettiler. Özellikle sol eğilimli gençlerin siyaset sahnesinden uzaklaştırılmaları, muhafazakâr partilerin palazlanmasına neden oldu. Zaten İslami söylemlerin içinde doğup büyüyen seçmenlerle aynı dili konuşan siyasal figürler, 12 Eylül rejiminden sonrası için kendilerini kolayca hazırladılar. ANAP da muhafazakâr kesimle kapitalizm arasındaki ilişkiyi kurnazca kurdu ve geldik bugüne. Son dönemde ülkeyi yöneten kadronun baskıcı ve ötekileştirici dilinin ellerine geçen bu fırsatı kaçırmama çabasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bir başka deyişle, yaptıkları her uygulama 12 Eylül’ün izlerinden değil, kendi varoluşsal nedenlerinden besleniyor. Olağan koşullarda farklı düşüncelere saygı gösterir gibi görünseler de küçük uzlaşmazlıklardan büyük düşmanlıklar yaratmayı sevdikleri yüzlerce kez kanıtlandı.
1980 Tariş olaylarının üzerinden geçen bir yıl sonrasında kırk-kırk beş günlük bir kaçış sürecini anlatıyorsunuz. İzmir-Bodrum arası bir yolculuk sonrasında Bodrum’da geçiyor hikaye. Taşrada yaşanan 80’ler büyük şehirlerin 80’lerinden daha farklı anladığım kadarıyla. Taşra her şeyi hem daha kolay saklayabiliyor hem de daha kolay açığa verebiliyor. Bu konuda görüşleriniz nelerdir?
Bunun nedeni şu: Taşra diye adlandırdığımız bölgelerde yaşayanların ilişki kurabildiği faktör sayısı oldukça az. Hareket alanınız dar çünkü. Hele küçük yerlerde adımlarınız bile sayılıdır. Kahve, cami, komşular, öğretmenler… Bu alanın içinde olmakla dışında olmanın kendine özgü sorunları kaçınılmaz. İletişimin birçok kavramı eskittiği günümüzde taşra olgusunda da görece bir rahatlama var kuşkusuz. Yine de taşrada barınmak hâlâ zor. Öte yandan oralarda yaşayanlar bölgesel düşünüp bütünsel karar vermeyi severler. Bilmedikleri, görmedikleri, araştırmadıkları konular hakkında toptancı bir yargı oluşturmaları ve bunu çevreye bulaştırmaları kolaydır. Bu yargı çok da değişkendir üstelik. Bugün başka düşünürler, ertesi gün başka yorumlarlar. Bir kaçağın bu gelgitin neresinde durduğu önem kazanır. Roman kahramanı Uzay da bunun farkında. Biraz da uyarılıyor gerçi. O yüzden ortalıkta çok görünmekle hiç görünmemek arasındaki dengeyi sağlam bir şekilde kurmaya çalışıyor. Büyük kentlerde durum daha kolay tabii ki. Fakat Uzay’ın Bodrum’a gelişinin başka bir amacı daha var ve bu amaç onun oraya tutunmasını zorunlu kılıyor. Bu da romanın kendi dinamiği. Bildiğimiz dünyadan herhangi bir dünyaya geçiş…
Uzay genç bir delikanlı. Uzay’ın yirmili yaşları ile bugün yirmili yaşlarında olan gençleri arasında nasıl bir ilişki ya da iletişim var?
Tek sözcükle özetlemek isterim; özveri eksikliği. Gençlikte kimi yanlışlar yapılır, hepimiz yaptık. Bugünün gençleri de yapıyorlar. Bunların hepsi çok doğal. Ama o dönemin gençleri şu konuda yanlış yapmadılar; kendi çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde görmediler hiçbir zaman. Zaten görselerdi bir yerde mutlaka kırılma yaşanırdı. Bu olmadı. İdeallerindeki gelecek uğruna hapislere düştüler, işkence gördüler. Birçoğu bu işkencelerden yüzünün akıyla çıktı. Bunlar öyle bir çırpıda dile getirilecek şeyler değil. Yaşamayan, görmeyen bilemez. Günümüz gençlerini kırmak ve toptancı bir şekilde yargılamak istemem, ama ne yazık ki müthiş bir bireycilik görüyorum davranışlarında. Kimse kimsenin derdiyle ilgilenmiyor. Yardımlaşma neredeyse bitmiş. Bu çok ciddi bir sorun bana göre. Üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Sanal ortamlarda binlerce arkadaş ediniyoruz, oysa gerçek yaşamda herkes yapayalnız. Deneyim paylaşmayan, dokunma duygusundan yoksun arkadaşlıkların gerçek olmadığına inanıyorum ve önümüzdeki yılların temel sıkıntısı bu olacak gibi görünüyor.
Romanınızdaki üç ayrı babanın da durumu çok farklı: Semih Bey ve yasak ilişkisi, Yalçın Bey’in kendi oğlu ve saklanmasına yardımcı olduğu delikanlı ve arasındaki vicdanı, romanın başında karşımıza çıkan Korcan Bey ve elinden hiçbir şey gelmemesi. O dönemin babaları nasıl çocuklar yetiştirdiler? Yalçın Bey’in durumu vicdan mı bir şekilde adalet duygusu mu?
Şurası dikkate değer: 12 Eylül öncesinde siyasal kavgaların ve çatışmaların içinde yer edinen, geleceklerini tehlikeye atan gençlerin hemen hepsinin bu tercihleri aileleri tarafından onaylanmadı. Bu gözlemi çürüten üç beş tekil örnek bulunabilir belki. Hatta çoğu aileler, olanı biteni sonradan duydu. Üniversitelerin ve fabrikaların büyük kentlerde toplanmış olması, birçok gencin ailelerinden ayrı yaşamasını gerektiriyordu. İletişimin kısıtlı olması nedeniyle de anne babalar çocuklarının nasıl bir yaşam sürdürdüklerini bilemiyorlardı. Ne zamanki çocuklarının başına gelenleri öğrendiler, müthiş bir aidiyet duygusuyla çocuklarına sahip çıktılar. Hatta omuz verdiler. Yalnızca kendi çocuklarına değil, çocuklarının arkadaşlarına da yardım ettiler. Demin de konuştuğumuz gibi, bu serüvende çocuklarının kişisel çıkarlar peşinde koşmadığını çabucak kavradılar. İyi niyetlerine gittikçe daha çok inandılar. O cezaevinden bu cezaevine, o şehirden bu şehre koşturup durdular. Aradan yıllar geçti. Paralar, ömürler, sabırlar tükendi ama sevgi ve destek hiç azalmadı. Korcan Bey’in direncinin, Yalçın’ın sağduyusunun arkasında hep bu sevgi var. İşin içine sevgi girince adalet duygusu da, vicdan da kendiliğinden çalışmaya başlıyor. Semih Bey’in babalık durumu ise iyice farklı. Yaşam da bu farklılıklar üzerinden ilgimizi çekiyor galiba. Victor Hugo’nun cümlesini hatırlamakta yarar var: “İyi olmak kolaydır, zor olan âdil olmak.”
Kadınların ise durumları bambaşka: Selin Hanım, Ursula, Belma ve Vildan. Özellikle Vildan’ın bildiklerini saklamasından dolayı büyüttüğü ve herkese yansıttığı nefreti, öfkesi ve güvensizliği. Bir sırla büyümek zor olsa gerek, Vildan kambur bir kadın. Ama sonrasında bir şekilde Uzay’la Vildan’ı sırda eşitliyorsunuz.
Romana başladığımda bu noktaya geleceğimi planlamamıştım. Bir ön hazırlık, hatta taslak yaparım aslında. Fakat her yazar gibi benim de yön değiştirmelerim olur. Biraz da metin zorluyor sanırım. Birbirine eklediğiniz cümleler, kendiliğinden öneri oluşturup yeni bir seçenekle baş başa bırakabiliyor insanı. Vildan’ı başından beri sorunlu bir kişilik olarak tasarlamıştım, ama Uzay’la aynı düzlemde tutmayı nasıl becereceğimi bilmiyordum. Roman ilerledikçe birbirinden bağımsız iki sırrın ortak paydasında buluşturmayı ilginç ve keyifli buldum. Sonuçta roman yazıyoruz, ilginçlik ve haz duygusu da önemli. Umarım okurlar da aynı hazzı paylaşırlar.
Bütün romanın içerisinde bir üst ya da iç akıl olarak adlandırabileceğimiz sesler var Uzay’la beraber hareket eden. Romanı birinci tekil olarak yazmak yerine bunu tercih etmenizin nedeni neydi? Okuru yabancılaştırmak mı, bir anlatıcı bulmak mı ya da insanı kendi aklı ve vicdanıyla baş başa hareket ettirmek mi?
Bunların hepsi geçerli diyebilirim. Edebiyat metinlerinde anlatıcının ve bakış açılarının önemini kimse yadsıyamaz. Olay örgüsünün mantığını, kurgunun matematiğini müzikli bir dille birleştirmenin en önemli öğesi, anlatıcı. Bu yüzden romanın ilk bölümlerini üç ayrı biçimde yazdım. Üçünde de değişen yalnızca anlatıcılardı. Son haline karar verdiğimde büyük bir rahatlama duydum. Çift anlatıcı var romanda. Bunlardan birisi Uzay. Ama ötekini adlandırmakta zorlanıyoruz. Bakın siz de onu bambaşka bir şekilde tanımlayıp “üst ya da iç akıl” dediniz. Başkası ne der, bilemem. Amacım da bu çeşitliliği sağlamaktı zaten.
80’lerde “Seni seviyorum!” cümlesinin söylenmesini geçin, hissedilmesinin bile yasak olduğu bir örgütlülüğün içerisinde kaybolan giden bir sürü hikaye var. İnsanlar o duyguları sonrasında nerede buldular?
Çok acıdır, ama cezaevlerinde buldular öncelikle. Kendilerini sorguladılar çünkü. Akıp giden yaşamın bıraktığı tortular arasında her şey vardı; kavga, çatışma, eğitim, dayanışma, dergicilik… Eksik olan şey, duygusal bağlılıklardı. Sempatizan düzeyindeki bireylerde bu geri çekilme çok katı değildi belki, ama sorumlu düzeyindeki insanların kendilerini frenlemeleri neredeyse yasa hükmündeydi. Bunun pratikte bir gerekçesi vardı elbette. Kaçıp kovalama sırasında kalbinizde “özel” birinin olmaması, hareket etmenizi ve hızlı karar almanızı kolaylaştırıyordu. Polis sorgusunda da akıl ve gönül ikileminde kalmıyor, tüm enerjinizi acı eşiğinizi yükseltmeye ayırıyordunuz. Her şey olup bittikten sonra bu katılık gözden geçirildi. Kimileri mektuplar yoluyla giderdi bu eksikliği, kimileri şiirle ve romanlarla, kimileri de farklı bir yaşamın kucağına attı kendini. Özgürlüğe kavuşur kavuşmaz ellerine kocaman bir silgi aldılar ve bütün bir geçmişi bir çırpıda silip attılar. Ben bütün bunları anlamaya çalışıyorum; tek ölçütüm var, başkasını suçlamamak. Seçimi ben yaptım, ben göğüsledim, ben ödedim diyenlere saygım sonsuz. Pişman da olabilirsiniz. Ama başkasını suçlamamalı bence. Bizim mahallede kimse kimseyi kandırmadı çünkü. Ne var ki 12 Eylül sonrası yazılan kimi romanlarda bu konu aşırı ölçüde sulandırıldı ve neredeyse cinsel sapkınlık düzeyinde işlendi. Buna etik anlamda itirazım var. Okur avlamak uğruna, paramparça olmuş yaşamlara saygısızlık edilmesini doğru bulmuyorum.
edebiyathaber.net (4 Mayıs 2017)