İnsanın varlığını anlamlandırmasının, benliğini kurmasının tek yolu Adorno’nun deyimiyle ‘gerçeklik üzerine çekincesizce düşünmek’tir. Sonsuz bir düşünme eylemi olarak bu çekincesiz durum şüphesiz beraberinde çöküşü de getirecektir. Ama Benjamin’in Tek Yön adlı kitabında da söylediği gibi çöküş hiç de istikrarsızlık değildir ve tabii yükselişten daha şaşılası bir şey de değildir: “(…) işlerin artık böyle sürüp gidemeyeceği beklentisi günün birinde dersini alacaktır: Gerek bireyin gerekse toplulukların çilesinin ötesinde artık sürüp gidemeyeceği tek bir sınır vardır: mahvoluş.” (çev. Tevfik Turan, YKY). İşte Mehmet Erte’nin “Sahte” (YKY) adlı romanı da kahramanın, anlatıcının, anlatıcıyı yaratan yazarın ve tümüne ayrılıp parçalanmış benliğinin artık böyle sürüp gidemeyeceğinin sinyalini veren bir çalışmadır. Çünkü bu parçalı benlik varoluşsal güçsüzlüğünden kaynaklanan krizleri parodiye yaslanarak tersyüz eder ve edebiyat laboratuvarlarında oluşturulmuş olan sınırları aylaklığın diliyle yadsır. Unutmadan belirteyim ki bu dil aynı zamanda bu yazının dilini de alaysı bir çizgiye taşır ve kendisini böyle üretir. Merkezi olmadan, kontrolü bulup kaybederek, tıkanarak ve devamlılığını yine tıkanıklığından beslenip sürdürerek…
Yazarın bizim alıştığımız anlamda bir kahramanı yoktur, amacı, yönelimi, engeli ve çatışması da. Yazar vardır, metnin yazarı, anlatıcı, hepsine ait ortak bir benlik, karısı, günlükleri vardır. İroni vardır, parodi, yitik arzu, gevezelik, savrulmuşluk, güvensizlik vardır. Bunların tümü de yaşama verilmiş en kapsamlı ve öznel yanıtlardır. Bu yanıtları isteyen bir soru var ise bu soru şüphesiz Erte’de saklıdır. Zira Erte’nin sorması gereken bir soru var ise o da bu yanıtlar sonrasında sorunun akıbetinin ne olduğudur.
Roman, teknik olarak baktığımızda, koca bir edebiyat dünyasının izlerinin üzerinden bir salyangoz gibi yürüyerek taşıdığı izleri silikleştirmiş, çelişki, ironi, parodi, tekrar, sorgu, itiraf, yazar-okuyucu ikilemi, klasik kurgunun reddi, aralıklarla kaybedilen kontrolün yine aralıklarla yakalanması gibi olgularla kendini var etmiştir. Hikâyenin konusu kısaca bir roman yazma girişimi ve yazım sürecinin kendisidir. Yazar “Beni bir insan yapan gecelerimi yitirdim” der ve ardından “İnsan mı?” sorusuyla kendine döner. Anlama döner. Boşluğa döner ve döndüğü anlam boşluğunda durur. ‘İnsan mı?’ sorusuyla sapan anlatı artık geri dönülemez bir noktaya ulaşmıştır. Ta ki güncelerin, yazarın karısının romana bakışının, önsözün devreye girdiği an’a dek. Tıkanan metne yön vermek için devreye sokulan “Günce”, yazarın karısıyla roman üzerine gerçekleştirdiği tartışma, romana yazılan önsöz… Hepsi şimdi yazarın, durduğu yerden “insan olmanın gereklilikleri”ni yerine getirmek için harekete geçtiğini göstermektedir. Duran şey harekete hazırlanır. Hareketi bekler. Hareket duran şeyi bekler.
Nurdan Gürbilek’in de işaret ettiği üzere bir incelemeyi, eleştiriyi nitelikli kılan şey eleştirinin ve incelemenin eleştirdiği, incelediği şeyi ne kadar kapsadığıyla ölçülebilir. Ne mutlu ki hiçbir eleştiri, inceleme bir sanat nesnesini tamamen kaplayamaz. Onu anlatamaz. Gösteremez. Sadece ondan bahsedebilir. Ama bahsi geçen sanat nesnesine yönelik bakış da bir başka gözün bakışıdır. Hatalıdır. Arızalıdır. Bu, eleştirinin veya incelemenin boşa çıktığı anlamına gelmez. Çünkü eleştiri ve incelemeler kabul veya reddin ilanı değil, gözün bakışının ilanıdır. Zira Erte’nin bu romanı da anlatı ormanlarında gezinen ve her köşe başında canının çektiği ağacı ve kendini kemiren bir kurt gibidir. Büyük anlatıları, klasik kurguları, okuyucudaki kültürel birikimi alaşağı eder. Bu elbette bir üslup olduğu kadar eleştiridir de. Malzemesini adı olmayan karakterlerden alan, ‘roman’ sözcüğüyle kendisini temsil eden ama romanların temsiliyetini kabul etmeyen ve hatta ‘kendisini temsil etmek üzere kurulabilecek bütün cümleleri önceden tasarlayarak yalanlayan’ bir roman. Bir ‘sahte roman’.
Bir zamanlar Heidegger’in de dediği gibi “kamusal alanda herkes birbirinin aynısıdır”, evet, ama insanlar birbirinin aynısı olduklarında, birbirlerinin sahtesi olduklarında asıl olana ne olmaktadır? Aynaya bakarak topluma hazırlandığımız –zira toplum da bizlerin aynasıdır–, toplumun bizi kabul edeceği şekle büründüğümüzde bizden geriye ne kalmaktadır? ‘Gerçeğin hem kendisi hem de sahtesi’ olan bizler –Richard Sennett’in diliyle soracak olursak– ‘rollerimizi oynarken tutkularımıza ne oluyor?’
İdeolojiler, kimlikler, ataerkil yapı, inançlar, köşeli edebiyat ürünleri vb. kişilerin sıradanlığın varlığını üretip tarihin erekselliğine katkıda bulunmalarına neden olmuştur ve olmaktadır. Şimdiki sorumuz ise şudur: tarihin erekselliğine katkıda bulunulmasına neden olan tüm bu olgular ve pratikler eşliğinde inşa edilen şeye benlik, kişinin özvarlığı diyebilir miyiz? Romanın geneline yayılmış ontolojik bir problem.
“Birimiz yaşamalı, birimiz de yazmalı” diyen yazarımıza dönelim. İnanca, ideolojiye sahip olmayan, –babasına ve büyük anlatılara– benzemek istemeyen, kendisini roman karakterleriyle karıştırıp anlatısına mesafe koymayan ve çıkar yolu yaza yaza bulacağını düşünüp üslupsuzluğa ulaşmak isteyen bir ses, bir dildir yazarımız. Üslupsuzluğa ulaşmak kolay değildir. Çünkü yazınsal her çalışma içerisinde yaşama bakışı, yaşama bir cevap verme arzusunu barındırır. Bu da bir üslup, bir yol, bir dil aracılığıyla mümkündür.
Yazarın sözcükleri gevezelik değil, bir irin gibidir, sızar. Ah yazar şu ‘insan’ sözcüğünün birikmiş tüm anlamlarından ve kendinden kurtulabilse… Ama ne mümkün? Bir temsil ve temsiliyet politikasının hem aracı hem de kendisidir. İnsandır. Benliği simgesel alanda örülmüş, kendi içinde parçalanmıştır. Bundandır ki gerçeğin hükmü yitmiş, geriye sahte olan kalmıştır; sahte olanın gerçekliği.
Oktay Emre – edebiyathaber.net (1 Temmuz 2020)