Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Mehmet Fırat Pürselim’in Akılsız Sokrates’inde kimi uzun kimi kısa, tarzı birbirinden farklı birçok öykü var. Konuşkan bir anlatıcının genele hakim olduğunu söyleyebiliriz. Bireysel konularda da toplumsal konularda da ortak nokta: Duyarlılık… Kimi zaman midemize sert bir yumruk yemiş gibi oluyoruz öyküleri okurken. “Boğa Güreşi, Akılsız Sokrates, Eski Günlerdeki Gibi, Balık Atlası, Atkı, Katmer, Okaliptüsün Ruhu, Dört Mevsim, Artık Büyüdüm, Otopsi, Güvercin, Beyaz Gelinlik, Tek Taş, Bu Bir Rüyadır, Ruh Halimdir, Bilmece, PostYABANCI, Bir Kara Leke, Yedi Martı, Helallik” öykülerinin yer aldığı kitap, Alakarga Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde okura sunuldu. Yazara, kitapla ilgili sorularımız vardı:
Kitabınız ismiyle dikkati çekiyor. Neden “Akılsız Sokrates”?
Akılsız Sokrates inatçı bir kahraman. Yazar olarak ben hâkim olmaya uğraştıkça o, beni atlatıp kendi hikâyesini yaşamaya çalıştı. Kitap da dirençli olsun istedim. Bir de bu öyküyü yazdıktan sonra üzerinde çok çalıştım ama ilk ortaya çıkışı 4-5 yıl öncesine gider ve o zamandan beri başka isim de düşünmedim.
Bazen bir Picasso resmindeki boğa-matador-at üçlüsünün, bazen de babası artist olmak için evini terk eden küçük bir çocuğun duygu durumu… İnsana dair her türlü hâl var öykülerinizde: Hüzün, coşku, neşe, acı, keder… Öykücü olarak bu hâlleri “sahici” kılmayı nasıl başarıyorsunuz?
Yalıtılmış bir hayat yaşamıyorum, sokağın içindeyim. Vapurda, metroda, otobüste, aile çay bahçesinde, semt pazarında, mahalle bakkalında, esnaf lokantasında… O insanlar gelip beni buluyor ve öykülerini anlatıyor zaten. Bundan birilerinin bana hayat hikâyelerini anlattığı çıkartılmasın ama. Bir çöpçü görüyorum bıçkınlığını, sesini, sakallarının gizlediği yalnızlığını alıyorum; sanrılı bir sohbet esnasında birinin “Ben piç değilim!” şeklindeki sayıklamalarını duyuyorum; amatörde top oynayan yırtamamış göbekli adamlar, üstlerine lahana kokusu sinmiş her daim yorgun kadınlar tanıyorum ve her gün uzun uzun yürüyorum, yürürken de kafamda öyküler gezdiriyorum, bazen on yıllarca gezdiriyorum.
“Kız Kulesi’ne karşı kahve höpürdettim. Galata Köprüsü’nde istavrit tuttum, iğnelerimi demirlerinde taktırdım. Zeki Müren’den Şimdi Uzaklardasın’ı dinledim. Çiçek Pasajı’nda kokoreç-bira keyfi yaptım. Emek’te film festivalini takip ettim. İstiklal’de kitapçıları dolaştım. Kavak’ta midye yedim, Poyraz’da çay içtim…” diye anlatıyor öykülerden birinde anlatıcı. Peki, yaşadığınız şehir ve yaptığınız iş kelamınızı nasıl şekillendirdi?
İstanbul’da yaşıyorum ama bir okur olarak mekânın İstanbul’a ve hatta Beyoğlu’na ve hatta İstiklal ve çevresine sıkışmış olmasından son derece rahatsızım. Kendimi İstanbulludan ziyade Üsküdarlı ve Kadıköylü olarak hissediyorum. Turistlerin fotoğraf çektiği değil insanların yaşadığı yerleri anlatmayı seviyorum. Şehir satırlarıma sızmışsa hatta gerektiğinde kahramandan rol çalmışsa, okuru sayfalar arasında değil de şehrin sokaklarında dolaştırabilmişsem bundan memnun olurum. Bu kitapta mekân pek çok öyküde belirgin biçimde karşımıza çıkıyor: İzmir, Kadıköy, Üsküdar, Gebze hatta Preveze ve hatta Cezayir.
Avukatlık yapıyorum, kafamda daha doğrudan biçimde adliye öyküleri yazma fikri var ama onu hep atiye bırakıyorum. Öte yandan mesleğim dolaylı olarak yazdıklarıma siniyor, çok fazla insan tanıyorum ve bu insanlarla hayatlarının travmalarını konuşuyoruz. İnsanların yüklerini alıp omuzluyor ve onları bir sır olarak içimde taşıyorum. Avukatlığın psikolojik olarak yıpratmaya başladığı yerde edebiyat devreye giriyor; dilekçelerin kesinliğinden ve soğukluğundan sıyrılarak insanın içine dokunan satırlar yazmaya çalışıyorum.
“Merak etme, başına dert olmayacağız. Önce doktora, sonra avukata gidiyorum. Not: Kendine kötü bak. Allah belanı versin.” Notu okuyan kahramanımız, “Koş Sokrates koş!” diyerek koşmaya başlar. Yazıyı bu kadar sürprizli kılan şeyler neler? “Acaba ne olacak?” sorusu yüzünden mi okuruz bazı metinleri?
Ben hikâyeye daha yakın duruyorum, genel olarak akan hayatın içindeki olayları anlatıyorum. Okur da gayriihtiyarî harekete geçiyor ve Sokrates’le birlikte koşmaya başlıyor. Görselliğin bunca yoğun yaşandığı bir çağda insanlar hâlâ saman sarısı sayfalara bakıp üzerinde dolaşan siyah karıncaların anlattıklarını dinliyorsa, karıncaların da farklı hikâyeleri farklı biçimlerde anlatması gerekiyor sanırım.
Şu ifadeler üzerinden konuşsak hayatı biraz: “Sonuçta kimse kendisi için yaşamıyordu. Hepimiz dayatılan hayatları seçimimizmiş gibi yaşıyorduk. ‘Fasit dairenin dışına kim çıkabilmiş ki ben çıkayım,’ diye düşündüm.”
O ‘fasit daire’den çıkmak için değil mi tüm çabamız aslında? Yazmak uğraşı mesela?
Gençken en yakın arkadaşımla ‘babalarımız gibi olmayacağız biz’ derdik, bir süre sonra onlara benzediğimizi önce fark ettik sonra kabullendik. Şimdi de çocuklarımız muhtemelen aynı şeyi söyleyecekler. Balık Atlası’nın kahramanının fasit daireyi kırabilmesi mümkün değil, bunu zorlaması bile aslından ondan beklenmeyecek bir davranış. Yazmak, fasit daireden çıkmak için bir çaba elbette ama sarmal biçimde üst üste sarılmış onlarca, yüzlerce fasit dairenin içinde yaşıyoruz ve sistem de ağlarını oldukça sıkı dokumuş. Bunun dışına çıkabilmek çok da mümkün değil. Yazmak başını kaldırmak ama bir başkaldırı değil ya da daha doğru bir ifadeyle fasit dairenin farkına varma hali.
Arada sert, hatta çok sert öyküler de var. Ancak “Yan yana olamadık, mektuplarda pembe bir laleye benzeyen aşk büyüttük.” cümlesi gibi bir dolu cümle de var öykülerde. Öyküleme tarzınız, anlatım diliniz, söz diziminiz, yazma biçiminiz… Bunları neye göre belirliyorsunuz?
Evet! Sert hatta çok sert, okuru rakip boksör olarak görüp midesi midesine çalışan metinler var bu kitapta. Bunlar için okurdan özür dilerim ama bazı şeyleri naif biçimde anlatamazsınız. Birbirinin boğazını sıkanları ne güzel sarılıyorlar diye görürseniz, üst katınızdaki aile kavgasına kulağınızı tıkarsanız, sokak ortasında dayak yiyen kadını görmezden gelirseniz; gününün birinde o şiddet gelir sizi de bulur! Okuru kendine getirmek için zaman zaman midesine çalıştığım doğrudur. Kimi durumlarsa ne kadar yumuşak anlatmaya çalışsam da öylesine can acıtıcı ki, bunların üzerinden defalarca geçip yumuşatmaya çalıştığım halde hâlâ okuru sersemleten öyküler. Yazarken o kadar içim kıyıldı ki, okura da bir parça kan bulaşması normaldir. Sert metinlerin yanı sıra pek çok naif, yergisel, eğlencelileri de var. Bunu anlatmak istediğim olay, o olaya uygun düşen anlatım tarzı, durumla ilgili ruh halim gibi sebepler belirliyor. Öte yandan kimi öyküler satirik ve alaycı dille yazılmış olduğu halde yazıklanma hali yani dilinden farklı ruh halleri bırakabiliyor. Bu okunan metinle okur arasındaki ilişkiyle de alakalı olabiliyor.
“Kendi uydurduğum masallara inanacak kadar âşıktım. Oysa keyifli olan, masalların anlatılmasıydı; yaşanması çekilmiyordu. Hangi saç bir adamı her gün kulenin tepesine taşımaya dayanırdı? Kim kurbağaları iğrenmeden öpebilirdi? Hangi kibritin alevinden hayal çıkardı?” diye sormuş anlatıcı “Dört Mevsim”de. Biz de yazarına soralım bu soruları. Bir cevapları vardır belki…
Aşk bir sanrı halidir, hayaldir, malihulyadır… Karşındakinden çok kişi kendi kendini âşık eder. Düşünsenize sizden nefret eden ya da hiç tanımayan birilerine bile âşık olabilirsiniz. Aşk en çok masala benzer ve çocuk gibi inanırsınız. Ama insan bazen kırkında da kibriti ateşler, altmışında da bataklıklarda kurbağa arar. Çocukluktan farkı o kibritin tüm evi tutuşturacağını, kurbağanın siğil yaptığını bilirsiniz… Bilirsiniz de bazen “Yedi başlı ejderin canı cehenneme!” dersiniz, ayakta demir çarık elde asa uyuyan güzeli uyandırmak için yollara düşersiniz.
Kitaptaki öykülerden postYABANCI’yı kim yazdı, siz mi yoksa Camus mü?
Bu metin sevgili Ayşe Akaltun’un Roman Kahramanları dergisi için hazırladığı bir proje sırasında çıktı. Romanlara farklı sonların yazılması amaçlanıyordu. Bu öyküde Camus gibi düşünmeye ve yazmaya çalıştım. Onun yerinde olsam nasıl bir son yazardım diye tahayyül ettim. Diyebilirim ki; postYabancı’da Camus ile aynı yazı masasında oturduk, ben kulağına fısıldadım o yazdı.
Mehmet Fırat Pürselim kimdir?
19.01.1975 tarihinde Antalya’da doğdu. Üsküdar Anadolu Lisesi’ni 1992 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni ise 1996 yılında bitirdi. Hâlen serbest avukatlık yapmaktadır. İlk kitabı Hayat Apartımanı, 2012 Naim Tirali Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Çocuklar için Doğa Öyküleri serisi hazırlamaktadır. Serinin ilk kitabı Flamingo Çocuk 2013 yılı Mayıs ayında çocuklarla buluştu. Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri isimli romanı 2014 yılında yayımlandı. Bağzı Şeylere Öyküler, Karla Karışık, Öyküden Çıktım Yola, Geri Dön Hayat, Erkekler ve Ben Miyim Kurban isimli çok yazarlı kitaplarda birer öyküsüyle yer aldı.
Fotoğraflar: Bora Elber
edebiyathaber.net (18 Kasım 2016)