SÖYLEŞİ: Aslı Kemal Gürbey
Merhaba Mehmet Bey. SÜR DÜNYAYA DÜŞLERİNİ, kapağından tutalım da, şiirlerin diline, imgelerine kadar güzel bir çalışma olmuş. Bu eser sizin ilk kitabınız. Bu güzel eseri kaleme alan Mehmet Şepçi’yi okurlarımıza tanıtarak başlayalım.
Öncelikle özyaşam öykümün en önemli yanlarına vurgu yaptığınız ve hakkımda böyle güzel cümleler kurduğunuz için çok teşekkür ederim Aslı Hanım. Aslında böyle övgüler hayatımızda pek yer almıyor, övgüleri ayıp sayıyoruz genelde. Daha çok yıkıcı eleştiri var hayatımızda. Oysa ne çok ihtiyacı var, özellikle eğitim öğrenim çağındaki çocukların küçücük başarılarından dolayı övülmeye. Ne çok ihtiyaç var, çocuk bakışlarındaki ürkekliğin yerini özgüven duygusuna bırakmaya. Mehmet Şepçi, şiirlerinde dışa vurduğu duygu ve düşünceleri gibidir aslında. Hayat kutsaldır ona göre, bize verilmiş bir armağandır. Uğrunda ölünecek kadar ciddiye alır yaşamı ve sever. Kurdu kuşu, börtü böceği; dağı taşı, ovayı bayırı sever. Ama en çok insanları. Issız çölleri yemyeşil vadilere dönüştüren emekçileri; dağları delip ab-ı hayat akıtan Ferhat’ları, dertlilere ağlayan Yunus-u biçareleri; kan emici beylere, efendilere kafa tutan Köroğlu’ları; toprağın nabzını damarlarında hisseden köylüleri, gecelerinde aç yatılmayan, gündüzlerinde sömürülmeyen ekmek, gül ve hürriyet günleri için didinenleri; gayrı yeter, demesini bilenleri… Mehmet Şepçi’nin aklı fikri insanların eşitlik, barış ve özgürlük içinde yaşayacağı, mutlu bir dünyadadır. Toplumcudur, yalnız kendi derdine ağlamaz; tüm dünyaya karşı sorumlu hisseder kendini. Şu anda aklı, Filistin’dedir mesela, dünyanın neresinde olursa olsun akan kanda, gözyaşında, gözbebeklerine keder bulutları oturmuş çocuklarda.
SÜR DÜNYAYA DÜŞLERİNİ kitabının içindeki şiirleri okuyunca bana güzel bir tat verdi. İnce ince, sebat ede ede yazılmış şiirler. Şiirleriniz deyim yerindeyse demlenmiş leziz şaraplar gibi. Bu lezzeti alınca, Mehmet Şepçi şiirlerini basmak için neden bugüne kadar beklemiş diye merak ettim. Sizi bulmuşken sorayım. SÜR DÜNYAYA DÜŞLERİNİ, doğru zamanda mı basıldı yoksa kendinizi gecikmiş hissediyor musunuz?
Yayımlanıncaya kadar şiirlerim üzerinde sürekli değişiklik yaptım desem yalan olmaz. “Yayımlandığında bile bir şiir, tam olarak bitmiş sayılmaz.” diyorlar ya gerçekten de bu doğru. Şiirlerin demlenmesi gerek. Fazlalıklarından arınması, eksikliklerinin giderilmesi, tam kıvamını bulması ve şiir tadı kazanması için zamana gereksinimi var. Bu açıdan bakıldığında, şiirlerimi kitap olarak yayımlatmakta geç kalmış olduğumu düşünmüyorum.
Kitap başlığının kitap yazmak kadar önemli olduğunu herkes bilir. Kitabınızın ismi benim hoşuma gitti, insanın içini kıpır kıpır oynatıyor. Bir kitapçıda görmüş olsam, içeriğine dair hiçbir fikrim olmasa bile bu başlık dikkatimi çekerdi. Aslında bu ismi herkesin farklı, kendine göre yorumlayacağını düşünüyorum. Elbette sizin için de bu başlık bir şeyleri kuşatıyor olmalı. “SÜR DÜNYAYA DÜŞLERİNİ” sizin için ne ifade ediyor?
Şiirlerimde, renklerin karartıldığı bir dünyada, daha çok ezilenlerin, hakkı yenenlerin, ötekileştirilenlerin sesi olmaya çalıştım. Çocukluğunu yaşayamayan çocukların, oğulları kızları ecelsiz giden annelerin, geleceği çalınan gençlerin, emek sömürüsü altında inleyen işçilerin, para için yok edilen ağaçların, ormanların; kurutulan derelerin; yaşam alanları yok edilen canlıların sesi olmaya çalıştım. Ne acı ki bu kesimler, örgütlü bir güç olup ben de varım diyemiyor. Kara yazgısını değiştirmek için ayağa kalkıp yürümüyor, olup biteni sadece seyrediyor. Oysa umutları var, düşleri var bu insanların. Bir ayağa kalksalar, bir yürüseler, kendi damgalarını vursalar hayata, renklerini sürebilseler toprağa, dünya bugünkünden daha güzel bir yer olur. Eğer bugün dünyanın gözünün içine baka baka Filistin halkının üzerine bomba yağdırabiliyorsa, kara bir renge boyuyorlarsa dünyayı hiç çekincesiz; barışın, özgürlüğün, eşitliğin rengini yeterince süremediğimizdendir. Bu renkleri bir sürebilsek boydan boya dünyaya, işte o zaman şairin her şey “yeniden yaratılır… namuslu, genç ellerde…”
Şiirlerinizin arı-duru bir Türkçe ile yazılmış olması hoşuma gitti. Söz oyunlarının, yapaylığın, biçim kaygılarının olmadığı şiirleri seviyorum. Sizin şiirlerinizde sahicilik var. Beni en etkileyen şiiriniz “ANLIYOR MUSUN BABA?” başlıklı şiiriniz oldu. Bazı mısraları hâlâ zihnimde dolanıp duruyor diyebilirim. Bu şiirle ilgili neler söylemek istersiniz.
Bunca iyi şair, usta şair varken şiirle ilgili ahkâm kesmek bana düşmez belki; ama genel olarak sanatta aşırı biçimciliğin egemen bir eğilim haline gelmesi, bence doğru değil. Son yıllarda “Sanat demek, biçim demektir,” şeklindeki bakış açısı moda oldu nedense. Belki alışılmış kalıpları kırmak, çağ ve zamanla uyumlu estetik yeni biçimler bulmak gereklidir; ama bunu yaparken öz, biçime feda edilmemelidir. Biçim kaygıları şiiri daha kapalı hale getirmemeli. Zorlama imgelerle yapaylığa düşülmemeli. Şiir ve imge doğal olmalı, yani hayattan doğmalı. “Anlıyor musun Baba” şiirini Filistinli çocukların acısıyla empati kuran çocukların ağzından yazdım. Masmavi gökyüzünü savaş uçaklarının kararttığı, sürekli bombaların yağdığı ve sürmeli gözlü çocukların patır patır toprağa düştüğü bir trajedinin acısını yüreğinde hisseden bir çocuğun ağzından. Onlar orada öldükçe, hiçbir çocuğun oynadığı oyundan tat alamayacağını anlayan bir çocuğun ağzından. Bir de gönderme yaptım “japongülü” diyerek, aynı acıyı yaşamış Japon çocuklarına. “Ah bir gülümsese çöl çiçeğine bir japongülü; ah bir el ele verip sürebilse barışın rengini toprağa çöl çiçeğiyle japongülü; döner işte o zaman dünya, allı pullu bir balona”.
Şiirlerinizden anladığım kadarıyla toplumcu gerçekçi şiirler yazan birisiniz. Size göre şiir nedir, şair kime denir?
Benim kuşağım toplumcu bir kültürden beslendi. Yunus Emre’yle ilk karşılaştığımda “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk suyla yuyalar / Şöyle garip bencileyin” aklıma çakılıp kaldı. O günden beri, o dizeler kalbimi sızlatır durur. Bir toplumun gariplerini, kimsesizlerini, düşkünlerini sadece şairler görür. Sadece şairler onların acısını hisseder, derdini dert eder. Yine günümüzün değerli şairlerinden Şükrü Erbaş’ın “Canı Cehenneme” diye bir şiiri var. Bu şiirinde “Canı cehenneme rahat uyuyanın / Kapısını örtenin, perdesini çekenin / Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın / Duvarları ancak çarpınca görenin / Canı cehenneme başkasının yangınıyla / Evini ısıtıp yemeğini pişirenin” der Şükrü Erbaş ve toplumsal dertlere, acılara sırt dönenlere karşı öfkeyle haykırır. Yüreği yalnız kendiyle dolu olanlar, diğer insanlara duyarsız kalanlar kalıcı da olamazlar. Dadaloğlu, Osmanlı’nın zorunlu iskânına karşı “ferman padişahın / dağlar bizimdir” diye ses yükseltmeseydi bugün hâlâ yaşar mıydı? Pir Sultan “Yürü bre Hızır Paşa / Senin de çarkın kırılır / Güvendiğin padişahın / O da bir gün devrilir” diye zalime kafa tutmasaydı, ezilene umut olmasaydı bugün hâlâ yaşar mıydı? “Kısa çöp uzundan hakkın alacak” demeseydi mesela Serdari, “Matarasında suyu / Torbasında ekmeği / Kemerinde kurşunu kalmamışları” ayakta tutabilir miydi bir şiir. “Size göre şiir nedir, şair kime denir?” sorusu en zor soru benim için. Birçok şiir tanımı var elbette; ama şiirin anlam derinliğini ve estetik büyüsünü kapsayacak bir tanım olduğunu sanmıyorum. Bütün tanımlar bana göre kavramı daraltır. O yüzden bir tanım yapmaktan kaçınma hakkımı kullanmak isterim. Fakat yine de şiirde mutlaka olması gereken birkaç önemli ögeden söz edilebilir. Öncelikle genel olarak sanatın, özel olarak da şiirin toplumu uyarıcı, sarsıcı, düşündürücü, dönüştürücü bir işlevi olmak zorunda. Şiir demek, imge demektir. İmgesiz şiir olmaz. Şiir, mutlaka lirik olmalı ve bir çağlayan gibi coşarak akmalıdır. Bir şairin herhalde öncelikle kalıcı olması, yüzyıllar geçse de yaşaması, ölümsüz olması gerek. Yunus Emre gibi, Karacaoğlan gibi, Pir Sultan gibi, Nazım Hikmet gibi.
Mehmet Şepçi 5 şair 5 şiir kitabı önerecek olsa bunlar hangileri olurdu?
Sevdiğim o kadar şair var ki. Bunları neye göre beşe indirebilirim bilmiyorum. Ben şiiri “Mavi Gözlü Dev”le sevmeye başladım. İlk onu ezberledim. Sonra Nazım Hikmet’in başka şiirlerini. Onun “Davet” şiiri, yetmişli yıllarda bir bayrak gibi dalgalanırdı dilimizde. Sonra Ahmed Arif’in “Adiloş Bebesi” yerleşti dilimize. Gençlik önderlerinin idam edildiği yıllardı ve biz içimizden: “Bunlar / Engerekler ve çıyanlardır / Bunlar / Aşımıza ekmeğimize / Göz koyanlardır / Tanı bunları / Tanı da büyü” şiirini okuyorduk. Sonra bir başka sesin, Hasan Hüseyin’in estirdiği fırtınanın içinde fırtına kuşu olup uçuyorduk. “Ekilir ekin geliriz / Ezilir un geliriz / Bir gider bin geliriz / Beni vurmak kurtuluş mu?” Tabii ki Enver Gökçe. “Ben berceste mısraı buldum” diyen koca yürekli şair. “Dost” şiirinde, “Sizlere selam olsun üniversiteler / Öğretmenleri alınmış kürsüler / Öğretmenler / Sizlere selam olsun / Hürriyeti yazan eller, dizen eller” diyerek herkese selam gönderen bu güzel şairimiz, ne yazık ki 12 Eylül’ün karanlık günlerinde bir huzurevinde yapayalnız göçtü bu dünyadan. Nasıl unutulur ABD’de suçsuz yere idam edilen karı koca Rosenberg’ler için yazılan “Anı” şiiri ve şairi Melih Cevdet Anday. “Sevdiğim çiçek adları gibi / Sevdiğim sokak adları gibi / Bütün sevdiklerimin adları gibi / Adınız geliyor aklıma” “Acıyorsam sana anam avradım olsun / Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun” diye kükreyen ve küfürbazlığıyla ünlenmiş büyük şairimiz es geçilebilir mi? ODTÜ’deki bir söyleşide bir öğrenci: “Şiirlerinizi çok beğeniyoruz; ama çok küfür ve argo kullanıyorsunuz. Kullanmasanız olmaz mı?” diye soruyor. Can Yücel, o tok sesiyle: “Küfür burjuvazinin ağzında bir lağım çukuru, işçi sınıfının ağzında açan çiçektir.” diyor. Selam olsun Can Yücel’e! “Şafak Türküsü’nün şairi Nevzat Çelik’i anmadan geçmek olur mu? “Deniz’i düşün anne / Her mayıs şafağında uzun / Uzun döverken darağaçlarını” Edip Cansever “Mendilimde Kan Sesleri.” Çok sevdiğim bu uzun şiir ezberimdedir. Gülten Akın’ı ilk “Yüksek Evde Oturanların Türküsü” adlı şiiriyle tanıdım. Bu şiiri tüm öğrencilerime ezberlettim. Canımız sıkıldıkça koro halinde okutuyordum onlara. Şiiri okurken nasıl mutlu oluyorlardı, görmenizi isterdim. Bu şiir çarpık kentleşmeyi eleştiren ve çevre bilinci oluşturan bir şiirdir. Siz beş şair demiştiniz; ama ben kendimi beşle sınırlamakta zorlandım. Son olarak Sennur Sezer’e de bir selam göndermek isterim. “Hehey de hey / Bir sabahın üç kapısı var göğe / Biri korku / Çal yere / Emek senin, umut senin / Korku ne? /Yeter ki elin ellere kavuşsun.” Şiir, gerçekten de en umutsuz, en ölgün anlarımızda imdadımıza yetişip bizi göklere uçuran ve büyülü dünyalara götüren kanatlı sözlerdir. Ayağa kalkıp yürümek istiyorsak şiire sarılmalıyız.
Zaman ayırdığınız için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Bu güzel söyleşi için ben teşekkür ederim. Emeğinize sağlık.