I
İki dakika içinde gelmezsen yiyeceğin tokatları sayarsın, dedi ve dikiş iğnesini dudaklarının arasına sıkıştırıp elindeki ceketi şöyle bir havaya kaldırıp bir ressamın resmine uzaktan alıcı gözüyle bakışı gibi dikkatle bakmaya başladı. Genelde iyi bir iş çıkarmıştı ama o kadar uğraşmasına rağmen ceket cebinin altındaki kumaşın çizgilerini ucu ucuna tutturamamıştı. Bunu tekrar görünce yüzündeki beğeni yerini bıkkınlığa bıraktı. Şu kareli kumaşların modası geçmek bilmedi bir türlü diye düşündü. Çırağı kapının ağzında durmuş ona bakıyordu hâlâ. Göz göze geldiklerinde Tam ağzını açıp yakası açılmadık küfürlerinden birini savuracakken çocuk son bir umutla atıldı:
Usta, dönüşte Arap Kirkor´un dükkânına… Ustası elindeki ceketi bir yere bırakmaksızın hiddetle yerinden doğrulup gözlüğünü çıkararak, ulan ben sana kaç defa tekrar edeceğim? Sağda solda oyalanma, hemen listedekileri al gel, yoksa! Çırak kaybolmuştu ama ustanın hiddeti geçmemişti. Kapıdan çocuğun ardından tehditler savurmak için kafasını uzatırken, Hasan Ustayla burun buruna geldi. Kendini toparlayıp hemen ustasının elini öpmeye davrandı. Hasan Usta, elindeki fileyi eski kalfasının eline tutuşturup içeri girdi.
Dükkânın içi karanlık ve şu yaz sıcağında nefes alınabilecek kadar serinlikteki ender yerlerden biriydi. Necip, burayı geçen sene oldukça uygun bir fiyata düşürmüş, çarşı esnafının türlü dedikodularına aldırmadan kısa sürede işlerini düzene sokmuştu. Ceketin çok emek isteyen ve uzun süren yaka işlemesini yaparken gün boyu dükkânın borcunu bitirir bitirmez, çarşının en işlek yerinde daha büyük, ferah bir dükkâna geçebilmenin hayalini kurmuştu. Her şey yavaş yavaş düzene giriyordu. Bir de şu çırağını düzene sokabilseydi işler daha kolay olacaktı. Çocuğun aklı fikri Arap Kirkor´un dükkânındaki pikaptaydı. O ne mene bir şeydi ki sadece aklı kıt çırağını değil mahallenin yaşlı başlı, ilim irfan bilir, aklı başında imamını da dükkâna bağlamıştı. İmam, iki ayda bir giderken tıraş olmaya; şimdi iki haftada bir gider neredeyse akşama kadar oturur, oyalanırdı. Arap Kirkor, belki paraya kıymış o pikabı almıştı ama şimdi de müşterilerinin sayısını ikiye katlamıştı. Aslında çırağının sözünü dinleyip şu meretten bir tane de kendisi alsa hiç fena olmayacaktı.
Hasan Usta, eski kalfasının tezgâhın üzerine indirdiği ceketi sanki ufak bir fiskede dağılacakmış gibi büyük bir özenle kaldırıp elinde şöylece çevirdi ve konuşmasından yürüyüşüne kadar her hareketine sinen silik ve suskun bir edayla yerine koydu. Necip, ustasının ceketi beğenip beğenmediğini anlayabilmek için gözlerinin içine baktı. Ne tavırlarından ne de ses tonundan beğenisini veya memnuniyetsizliğini anlamak mümkün değildi. Sadece beğendiği bir işçilikte, ışığı büyük oranda sönmüş gri gözlerine anlık bir parlama belirirdi. Ustasının gözlerinde görmeyi umduğu parıltıyı görememişti yine. Her defasında ufacık bir iltifatı bekleyip hayal kırıklığına uğrarkenki gibi kızgınlığını hiç belli etmeden hal hatır sorduktan sonra kahve söylemek için dükkândan çıktı. “Asla beğenmeyecek!” dedi içinden. Varsa yoksa Süleyman´ın işi. Gerçekte en yeteneklimiz oydu ama bunca yıl beğenilecek iş hiç çıkaramadık mı? diye düşündü.
Zamanında, sırf o iltifata nail olabilmek için belki de şehirdeki en mükemmel takımları, gecesini gündüzüne katarak diken Necip, yine de ustasının Süleyman´dan hiç esirgemediği ışıltıya bir türlü sahip olamamıştı. “Süleyman gitmeseydi Hasan Usta, başımızda olur; hiç dağılmadan eskisi gibi devam edebilirdik. Ne vardı sanki alınganlık yapacak? Biz terziler arasında hep olmuştur rekabet.”diye düşündü. Süleyman da tıpkı Hasan Usta gibi az konuşur, her işini yavaş ama tam yapardı. İçlerinde en çok övülen ve iş yapan oydu ama herkesten daha alçakgönüllüydü. Rekabeti kaldıramamış, kaybolmayı seçmişti.
II
Ciğeri yanıyordu. Midesi de bulanmaya başlamıştı. Ne olursa olsun, koşmayı bırakamazdı. Köşeyi dönünce berber dükkânının önünde her zamankinden daha fazla kalabalığın birikmiş olduğunu gördü. Anlaşılan Arap, Zeki Müren´in yeni plağını koymuştu. Bu, işleri daha da zorlaştıracaktı. O meraklı kalabalığın içinde kendine yer bulmak ve pikabın büyüleyici sesine ve en çok da ışıklarına dalmak biraz zor olacaktı ama şimdi vazgeçemezdi. Gecikmemek için o kadar koşmuştu ki iki dakikalığına dünya yıkılsa umurunda olmayacaktı.
Berber dükkânında oturacak yer yoktu. İçeride hareket etmek neredeyse imkansızdı. Berberin çırağı Abuzer, ustasının ve kalfalarının her hareketini kolluyor, onların kenara çekildikleri anlarda dükkân içinde kimseye çarpmadan gidip gelmeye çalışıyordu. Sonunda yere dökülen saçları süpürmek için uğraşırken sırasını bekleyen müşterilerden birinin ayağına basınca ensesine okkalı bir tokat yiyip yere kapaklandı.
Dışarısı da içeri kadar kalabalıktı. Taburelerde yer bulanlar kendilerini şanslı hissediyor, bir yandan da göz ucuyla içeride boşalan yerleri kolluyorlardı. Ayaktaki birkaç kişi de Zeki Müren´in bir şarkısını daha dinlemek için bekliyordu. Kemal, bu kalabalığın arasından süzülüp kendini fark ettirmeden bir köşeye sindi ve yeni plağın cızırtısız sesini dinlemeye başladı. Kendini tanıyan biri var mı diye etrafını kolaçan ettikten sonra çöktüğü yerden kafasını kaldırıp dükkânın camından, yüksekçe korunaklı bir yere konan pikaba baktı. Artık etrafındaki seslerin hiçbirini duymuyor, sadece pikabın plağı çeviren mekanizmasının ve iğnenin plak üzerinde çıkardığı muhteşem sesleri duyuyordu. Bir gün kendi dükkânında, kendi pikabını çalıştırırken hayal etti kendini. Öyle iyi bakacaktı ki alete, hiç eskimeyecekti. Üzerini öyle açık bırakıp tozlanmasına da izin vermeyecekti. Ona en iyi kumaştan, özel kılıf dikecekti. İşi her bittiğinde özenle silecek öyle kılıfını geçirecekti. Herkes onun pikabını konuşacaktı. O da, Arap Kirkor gibi kurum kurum gezmeyecek, ağırbaşlı olacaktı ama içten içe kendiyle gurur duyacaktı. Kirkor´un çırağı Abuzer´i de yanına alacaktı. Zavallı, terziliğe aşlamayacaktı ama buradaki gibi eziyet de çekmeyecekti. Onu koruyacak, kimsenin ona laf etmesine izin vermeyecekti. Şimdi olduğu gibi dostlukları devam edecekti. Varsın kekeme olduğu için çok az konuşsun, önemli değildi hiç.
Abuzer, elindeki havluyu çırpmak için dışarı çıktığında Kemal´i yine hayallere dalmış görünce yanına yaklaşıp “Da da dall mış sın. Usss tan …” demesine kalmadan Kemal bir rüyadan uyanır gibi sıçrayıp koşmaya başladı. Dükkânın önündeki kalabalık onu fark etmedi bile. “Ulan Abuzer, su getirsene!” sesiyle Abuzer, Kemal´in arkasından bakmayı bırakıp içeri girdi.
III
Bu çarşıda, esnaflar arasındaki dayanışma ve birliğin bozulmuşluğunu kendi dükkânında gören Hasan Usta, bu işi bırakmakla ne kadar iyi ettiğini şimdi Necip´in yanına geldiğinde daha iyi anladı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Müşteri de esnaf da samimi gelmiyordu ona. Eskiden çalışanların hoş sohbeti, yardımlaşması dükkânlara bir sıcaklık katardı.
Süleyman gitmeden önce ona her şey çok daha farklı görünüyordu. Sanki o, gidişiyle gözünden bir perdeyi de çekip atmıştı. Bir yandan bu oğlana böylesine nasıl bağlandığına şaşıyor, bir yandan da oğullarının hiçbirine vermediği kadar şefkati ona cömertçe sunmuş olduğu ve çocuklarının gizliden gizliye onu kıskanmalarına neden olduğu için kendini suçluyordu. Oğullarının baba mesleğini seçmemiş olmalarını şimdi daha iyi anlıyordu.
Süleyman´ı babası kolundan tutup dükkâna bıraktığı gün, çocuğun gözlerindeki korkuyu, umutsuzluğu görünce ona karşı hiçbir çalışanına olmadığı kadar yumuşak davranmaya özen göstermişti. Çocuk da buna karşılık ustasını babası bilmişti. Çocuk evde asla göremeyeceği sevgiye şaşılacak derecede büyük bir hayranlık ve saygıyla karşılık vermişti. Onların birbirlerine duydukları bu katıksız sevgiyi dışarıdan fark etmemek mümkün değildiyse de onlar, bunu pek belli etmediklerini düşünürlerdi. Süleyman´ın onu ne olursa olsun bırakmayacağını düşünürken büyük oğlu Mithat, başka bir ilde kendine bir iş kurmak için ondan para istemeye başlamıştı bile. Mesele para değildi. Parası vardı ama Mithat´ın evden uzaklaşması fikrine dayamıyordu. Bir akşam oğlu para için konuşmaya başlamışken onun sözünü kesmiş, “Para yok oğlum. Olanı Süleyman´a verdim babasının borçlarını kapatacak iki seneye kadar da veremez.” Deyivermişti. Bu sözlerinin hem Süleyman´ı hem de oğlunu kaybetmesine neden olacağını düşünmemiş, kendince meseleyi iki yıl ertelemişti. Bunun Süleyman´ın kulağına gitmesi çok sürmemişti. Hatta Mithat hiçbir zaman belli etmemişti ama Hasan Usta çok sonradan Mithat´ın, Süleyman´ı gitmeye zorladığı dedikodusunu duymuştu.
Hasan Usta, dükkânda birden yalnız olduğunu fark etti. Nedense içi ürperdi. Esnaflığın eski neşesini yitirmiş olduğunu bu dükkândaki ıssızlığı hissedince daha iyi anlıyordu. Belki de eskisi kadar iş olmadığı için ona öyle gelmişti. Necip bile kalfalarının yarısını çıkarmıştı işten. İki kalfa, ha bir de aklını Berber Kirkor´un pikabıyla bozmuş cin gibi bir oğlan vardı. Zavallı çocuk kendini her gördüğünde yüzünün rengi atıyor, türlü sebepler bularak dükkândan uzaklaşıyordu. Hasan Usta, önce buna bir anlam verememiş, bir gün onu Berber dükkânının önünde kendinden geçmiş bir şekilde pikabı seyrederken gördüğünde ve o an göz göze geldiklerinde çocuğun kıpkırmızı kesilmesiyle anlamıştı. Kemal, Hasan Ustanın kendini ustasına şikâyet edeceğini düşünüyor olmalıydı.
Necip, kahveyi söyleyip içeri girdiğinde Hasan Usta, tam ağzını açıp bir şey diyecekti ki Necip, “E, ustam. Canın sıkılmıyor mu?” dedi ustasının ne cevap vereceğini bilerek. Hasan Usta, derin bir nefes alıp “Yok oğlum, canım sıkılmıyor. Evde dikecek çok şey oluyor. Arada çocuklara ceket, pantolon dikiyorum, zaman geçiyor böylece.”dedi; ellerini filenin içine daldırıp bir mektup çıkardı, uzattı. Necip, alışkın olduğu gibi mektubu alıp Hasan Usta´ya okuyacakken başını kaldırıp, şaşkınca baktı. “Süleyman´dan gelmiş. Evdekilere okutmadım. Sen bana oku istedim. Yırtıp atacaktım ama elim varmadı.” Dedi Hasan Usta. Necip´in alnında biriken terleri ve mahcubiyetini daha da artırmamak için başını önüne eğdi ve dikkatle dinlemeye başladı.
IV
Gene Süleyman! Gittin Almanya´ya kadar ama hâlâ ensemizdesin sanki arkadaş. İnsan bu kadar sevilir de sevildiği yerden böylesine kaçar mı? Hadi biz Mithat´ın aklına uyduk, bir eşeklik ettik, kalbini kırdık. Peki, sen eşi benzeri görülmemiş bir alınganlık yaparak bizden daha mı az eşeksin? Ulan sana anan babandan fazla emeği geçen şu adamcağızı yıkıp geçmedin mi? Şimdi ne demek oluyor bu mektup?
“Okumayacak mısın?”
“Okuyorum ustam.”
“Saygı değer Hasan Usta,
Mektubumu sizden çok uzakta memleket hasretiyle yazıyorum. Ustam evvela nasılsınız, iyi misiniz? İyi olmanızı Allah´tan dilerim. Beni soracak olursanız, burada çok iyiyim, rahatım yerinde. İşim de çok şükür iyi. Bir plastik fabrikasında çalışıyorum. Biraz yoruluyorum ama iyi para kazanıyorum. Yakında yeni bir araba alacağım. İnşallah izine onunla gelirim.
Ustam, dilerim beni affedersiniz. Sizden bir helallik almadan gitmek zorunda kaldım. Gidişim ile ilgili arkamdan çok şey söylenmiş, duydum hepsini. Çok üzüldüm. Kimseye kırgın değilim. Bir yanlış anlaşılma olmuş galiba. Gitmem gerekiyordu, gittim.
…”
“Okuma!”
“Ama bitmedi. Uzun uzun yazmış.”
“Benim için bitti. Lüzumu yok, okuma!” dedi ve gözündeki yaşı gizlemeye çalışmadan doğrudan Necip´in gözlerinin içine baktı. Necip ağzını açıp “Ustam…” diyebildi. Boğazına saplanan yumru konuşmasını engellemişti. Bir sene önce ustasının gönlünü bilmeden yıktığında da aynı şey olmuştu. Süleyman´ın gidişine kahırlanan Hasan Ustayı teselli etmeye çalıştıkları bir anda. Necip, dilini tutamamış; “Süleyman´ın da kumaşı bozukmuş be ustam! N´olaydı da gelip elini son kez öpeydi de öyle gideydi.” Demişti. O zaman Hasan Usta´nın omzu daha da çökmüş, elindeki işi kenara bırakmış ve dükkânın ortasında ayakta bir süre beklemiş; sonunda derin sessizliğin ortasına gülle gibi düşen “Demek ki ustanız usta değilmiş oğlum.” Sözünü ettikten sora çekip gitmişti. Hasan Usta o zamankinden daha çökmüş, umudunu yitirmiş bir halde ayağa kalktı ve “Yazık ettin kendine Süleyman´ım.” Diye mırıldanarak çıktı, gitti. Necip, elinde mektupla kalakalmıştı. O anda kapıda beliren alı al, moru mor Kemal´i görmemişti bile. Çocuk, ustasının dalgınlığını fırsat bilip elindeki malzemeleri yerlerine koyup her zaman oturduğu yere oturup teyel iğnesini eline aldı ve yarım kalan hayaline döndü.