Söyleşi: Ekin Türkantos
Yazar, şair Mehmet Yaşın, yeni romanı ‘Selam Metin Ben Berceste’ ile okurlarını kadın erkek ilişkilerinden yaşlanmaya uzanan geniş bir yelpazede çok farklı konulara yolculuğa çıkartıyor. Romanı okurken kendi kitabınızı yazdığınızı fark ederseniz şaşırmayın…
‘Bazı yazarlar, hikâye ya da söylenceler ne zaman, nasıl ortaya çıkacağı bilinmeden içimizde saklı dururlar’ diyen yazar, şair Mehmet Yaşın, İthaki Yayınları’ndan çıkan yeni romanı ‘Selam Metin Ben Berceste’, okunduktan sonra da yaşamaya devam eden anlatılarla dolu. Hem gerçek yaşayan bir metin hem de geçmişe uzanan köklü bağlantılara sahip. Anlatması zor, okunması hayli keyifli. Yazar, İstanbul’a gelemediği 10 yıllık bir dönemde hayat bulan romanı Corona döneminde Atina’daki evine kapanarak iki yılda son halini alıyor. ‘Selam Metin Ben Berceste’, türlü ruh hallerini, durumları anlatan bir roman. Bunu yaparken yaşamda bize de değen konulara bakma fırsatı sunuyor. Üstelik bunu yumuşacık kelimelerle ve usul usul yapıyor. Kitap bittikten sonra o konular kafanızda evriliyor, sıralanıyor. Bu haliyle okuması ilginç ve üzerine düşünmesi keyifli bir hal bırakıyor hafızanızda. Yemek olsa damağınızda diyebileceğim türden. Kitabın başında bahsi geçen Kuzguncuk’taki bir konak var misal, ‘Neden İstanbul’a dönmüyorsun?’ dediklerinde, o geçmişindeki konağın apartman haline gelmesini görmek istemediğini anlatıyor. Yerinde bulamadığımız o eski semtler bizi de kendi geçmişinizdeki artık olmayan semtlere, mekanlara, evlere götürüyor. Eskiden babaannesi Fener- Zeyrek bölgesinde yaşadığından semtin bugünkü halini görmek onu mutlu etmiyor. Ve artık oralarla ilgili hiçbir şey yazamadığını söylüyor. Eski semtler dediysem romanın sedece eski İstanbul’dan bahsettiğini düşünmeyin. Bu roman eski ve yeniyi, şimdi ve yarını anlatıyor. Yaşın, romanın ancak okunduktan sonra üzerine yapılacak yorumlarla tamamlanacağı fikrinde, o kadar haklı ki. Bazı kitaplar okunduktan sonra yaşamaya başlıyor. Yaşın ile tesirli romanını konuştuğumuz sohbetimize buyrun.
Bir roman kurgusu düşlerken hayat kalemimizi bambaşka bir şeye çevirebiliyor. Aslında iyi ki de öyle. Sizden beklenen kendi yaşadığınız hikâye iken başka hikâyeler konuk oluyor kaleminize. Nasıl bir süreçti bu kurgunun hayat bulması?
Aslında dil yoluyla yaptığımız aktarımlarda, kişisel sohbetlerimizde bile her zaman bir kurgu vardır, hele yazarak aktardıklarımızda… O nedenle anı kitaplarının saflığına pek inancım yoktur. Kendi hikâyemizi bire bir yazdığımızı sandığımız durumlarda bile anılarımızı seçip eleyerek, işin içine öteki insanlara ilişkin gözlemlerimizi katarak, bir olaydan diğerine sıçrayıp bağlantılar kurarak ve nihayet zaman içinde değişim gösteren yorumlarımızı da ekleyerek okurlara başka hikâyeler anlatıyoruz. Baştan beri kişisel deneyimlerin kıymetini bilen bir yazar olduğum söylenebilir. Ama bir yazarın kendini yaşanmışlıklarıyla sınırlaması mümkün değil. Onlardan öğrenip, bizim dışımızdaki hayatlara da yöneliriz, kendimizle yazdıklarımız arasına mesafeler koyarız. Şiirden çok özellikle roman yazarken geçerli bu. Yine de çoğu okurun bizden beklediği şeyin sanki yazarın hayatını okumaktaymışlar gibi bir samimiyet ve sahicilik olduğunu da akılda tutmakta yarar var. O nedenle kurgu gereği uydurduklarımızın da gerçek sanılmasını sağlamak, genellikle okuru kitabın içine çekecek püf noktalarından biridir.
Kitabın başında da bahsi geçen “özel kadın arkadaştan” yola çıkarak okura kalbinizin en gizli anahtarını da vermiş oluyorsunuz. Kalbinizde bambaşka şeyler olurken kaleminizin bambaşka şeyler anlatması dikkat çekici. Yazarak kendini iyileştirmek miydi bu romanın bunca zaman sonra yazılması fikri?
Yazarak kendimizi iyileştirebiliyor muyuz, yoksa daha da mı toplum dışına düşüp uyum sorunlarımızı artırıyor muyuz, bilemem… Ama romanda yer alan, neoliberalizmin popülerleştirdiği kişisel gelişim ve onunla bağlantılı yaratıcı yazın eleştirisinde olduğu gibi, edebiyatın psikolojik sağaltım meselelerine indirgenmesini tehlikeli buluyorum. Bir yazarın kalbini okurlara açmış gibi göründüğü roman karakterlerinden ve olay örgülerinden çok, onlar aracılığıyla açtığı daha derinlikli düşünsel anlatı kapılarına dikkat göstermek gerekir sanırım. Orada karşılıklı bir etkileşim var: Yazarın kalemi kalbinin ve kalbi de kaleminin emrine giriyor sanki aynı yazım süreci içerisinde.
‘GERÇEK YAŞAMIMDAN BU ROMANA TAŞIDIĞIM BİR ŞEY VARSA, O DA PARÇALANMIŞ YAPISIDIR’
Kitap 13 bölümle aslında birçok konuyu işliyor. Roman olsa da kurgusu çok değişik geldi bana. En son ‘yaşlanmazlık’ ile bitiyor ki benim de bu ara üzerine en çok düşündüğüm ve en sevdiğim anlatılardan biri oldu. Romanı bitirdiğiniz an, onca şeyden bahsettikten sonra neler hissettiniz?
Yoruluyorsunuz tabii. Ama bu roman madem ki kadın-erkek ilişkilerine, aşkın binbir haline, erotik çağrışımlara göndermeler içeriyor, ona uygun biçimde cevap vereceksem, bu bir sevişme sonrası yorgunluğuna benzetilebilir. Benim roman yazışım daima uzun bir süreye yayılır ve yazmaya başlamadan üzerinde düşünmüş, okumalar yapmış olurum. O nedenle birçok katman aynı anda romanlarıma giriyor. “Selam Metin, Ben Berceste” de öyle oldu. Düz bir doğru çizgisi üstünde tek katmanlı olarak seyreden bir romanı hiç yazamadım. Özenmedim de değil hani bazen öyle ince ve başı sonu belli bir konuya yoğunlaşmış novella yazmaya… Şayet gerçek yaşamımdan bu romana taşıdığım bir şey varsa, o da parçalanmış yapısıdır, bir oradan bir buradan katman katman açılmış çok boyutlu kurgusu, anlatısıdır.
Kitabı İstanbul’a gelemediğiniz Ekim 2013- Mart 2023 arasında Berlin, Londra, Cambridge, Üsküp, Atina ve Rodos şehirlerinde yazdığınızı söylüyorsunuz. Şehirde, yaşadığımız dönemin getirdikleri, götürdükleri, sorunlar, ikilili ilişkiler gibi birçok konu aslında uzaktayken de kayıtsız kalınamayan konulardan oluyor. Bu İstanbul’a uzaktan bakıp dahil olmak gibi bir şey mi?
Çok doğru, bir mekân ile oradaki yaşam hakkındaki hikâyelerimizi ondan uzaklaşınca daha bir üstten bakarak, daha yoğun ve serinkanlı bir yaklaşımla yazabiliyoruz. Bu konuda Michigan Üniversitesi’nde yıllar önce yaptığım bir konuşmam vardı, edebi mekân, diğer adıyla yazınsal uzam üstüne yani. Epeyce bir referans konusu olan İngilizce metni sonradan Türkçe olarak Kozmopoetika adlı kitabıma almıştım. Öte yandan şu da var ki, ben İstanbul’da yaşarken de İstanbul’a dışarıdan bakan biriydim, herhalde kökenim, diğer toplumlar, diller ve kültürlerle çocukluktan gelen bağlantılarım yüzünden… Yani benim İstanbul’da özlediğim yakın arkadaşlarımın kimisi dahil olmak üzere çoğunluk tarafından kabül gören İstanbul algısına o kadar da sahip değildim, ki bunun günlük hayatımda sorunlar çıkardığı vakidir. Herkesin ak dediğine kara demek ötesinde sosyal ilişkileri zedeleyici olabiliyor. Yirmili yaşlarımda doğrusu efendi ve saf bir çocuk olduğum halde, İstanbul’daki kuralları anlayamadığım için “kural tanımaz biri” gibi görünmeme yol açabiliyordu. Bu nedenlerle kitaptaki şaşkın Rodoslu roman karakteriyle daha kolay empati kurabildiğim söylenebilir.
‘BİR ROMAN KİŞİSİNİN KİTABIN İÇİNDE HAYAT BULUP KENDİNE BENZEMESİ BEKLENİR’
Baş harfi R. diye bahsedilen ve hikayesini kullanmanıza izin veren biri var kitapta. Gerçek hayatta bir hikayeye talip olup onu kullanmak istediğinize karar verip sahibinden izin alma süreci sizde nasıl bir ruh hali yaratıyor?
Bir isim belirtmeyince ve gerçeğin içine bol bol kurgusal unsur katınca ve bir karakteri daha başka birçok farklı karakterin özellikleriyle harmanlayınca artık kimsenin özel hayatına girmemiş oluyorsunuz. “Selam Metin, Ben Berceste”deki diğer bütün anti-kahraman karakterler gibi R.’den esinlenen de gerçek bir insana tekabül etmiyor, romanın ihtiyaç duyduğu kurgusal birer kişi onlar. Yine de nezaketen izin almakta, “Hani bana anlattığın şu şu olaylar vardı ya, onları romanımda kullanabilsem harika olurdu, ne dersin?” diye sormakta bir mahzur yok. Sonra da böyle esin veriçi eş dost “Sana tamam dedik ama bu anlattığın hiç de bana benzemiyor ki!” diyebilir. Eeee, tabii ki benzemeyecek, o bir roman kişisi, kitabın içinde hayat bulup kendi kendisine benzemesi beklenir, gerçek hayatta yaşayan birine değil.
Romanda kendi şiirlerinizin yanı sıra başka şair ve yazarların ressam, müzisyen, sinema ve sahne sanatçılarının izleri olduğundan bahsediyosunuz. Aslında bizi biz yapan ne çok şey var değil mi? Aile, komşular, dil, edebiyat, resim, görsel sanatlar, popüler kültür… Sizi en fazla etkileyen nedir yazı hayatınızda?
Böyle “en” diye başlayan bir soruya kesin bir cevap vermek çok zor. “İthaki üç dört ay önce Eeen Güzel Şey adlı şiir kitabınızı yayımladı” diyeceksiniz. Doğru da şiirde “en”leri saymak daha kolay! Fakat dediğiniz gibi hayatımız boyunca okuduğumuz birçok şair ve yazar, gördüğümüz resimler, izlediğimiz filmler, oyunlar, dinlediğimiz müzikler, herşey bizi etkiliyor. Farkında bile olmuyoruz çoğu kez nasıl, nerelerden, ne zaman etkilenmişiz ya da esinlenmişiz ya da önümüze yeni bir ufuk, yaratıcı bir heyecan açılmış… Ondan, bütün diğer yaratıcılara minnetimi belirtmek, başkalarının bizim eserlerimiz üzerindeki hakkını teslim etmek istedim girişteki teşekkür yazısında. Kadir bilir olalım, kendi dışımızdaki insanlara daha cömert davranalım, takdir edelim, hiç değilse emeklerine saygı gösterelim, romanın eleştiri konusu yaptığı o hep “Ben ben ben” diyen günümüzün narsis dünyasını aşkın olalım diye…
‘HUZUR VERİCİ RİTÜELLER KENDİ RUHUMUZUN DERİNLERİNE DÖNEBİLDİĞİMİZ ANLAR’
Romanın ilk anlatısında bahsi geçen Kuzguncuk’taki konağı ve o evdeki Picasso’nun kargakadın tablosunun replikasını görmeyi huzur verici bir ritüel olarak tanımlıyorsunuz. Bu ara çok hoşuma gitti benim de şehirdeki kendi huzur duraklarımı düşünmeme sebep oldu. İstanbul’da sevdiğiniz ritüeller, yazar ve şair olarak etkilendiğiniz keyif durakları, yapmayı sevdiğiniz şeyler neler?
Evet, o huzur verici ritüeller içimizdeki enerjiyi açığa çıkarabilen kendi ruhumuzun derinlerine dönebildiğimiz anlar… Hiç akılda olmayan bir romana başlangıç imkânı yaratan sihirli bir mekâna dönüşebiliyor böyle bir konak. Picasso’nun “Kargakadın” tablosunu bir başka yerde görseniz, belki de onun esinlediği düşüncelerle tıpkı aynı tablonun eskizi gibi kendiliğinden ve üzerinde hiç düzelti yapılmamış bir metne başlamaz, hele onu romanınızın başına koymazsınız. O konak benim 1980’lerin başındaki İstanbul hatıralarımdan 40 yıl sonra çıkıp geldi. Bir de “Neden İstanbul’a dönmüyorsun?” diye soruyorlar, işte bunun için! Konağın sakinleri ölünce yıkılıp yerine apartman yapıldığını ve Kuzguncuk sokaklarında dahi huzur kalmadığını görmek istemiyorum. Görmüş olsaydım, o dediğiniz romandaki ilk anlatıyı yazabilir miydim acaba? Hiç sanmam. Babaannem eski İstanbul’un Fener-Zeyrek taraflarındandı, oralarıyla ilgili hiçbirşey yazamıyorum artık, hayal dahi edemiyorum. 2002’de basılan Adı Kayıplar Listesi’nde adlı şiir kitabımda yer alıyordu en son birkaç şiir, kaybedilmiş bir yer duygusuyla o da.
Kitapta düşüncelerin madde madde sıralanması fikri de hoşuma gitti. Evlilikler, mecburi eski arkadaşlıklar, yaratıcı yazın kursu, psikolog arkadaş, dil bozukluğu, karga, özkültür, anadil, anne figürü, evadamı olmak, yaşlanmak gibi alt başlıklar arasında okur sizi takip ediyor. Bu romanın ancak okunduktan sonra üzerinde yapılacak yorumlarla tamamlanacağı fikrindesiniz. Bu roman bugüne kadar ki kitaplarınız arasında nerede duruyor?
Hem bugüne kadar yazdıklarımdan oldukça farklı, yani dili ya da sesiyle, ele aldığı izleklerin çoğuyla, yazım tarzıyla farklı, ama bir taraftan da alttan alta bir sürekliliği hissettiriyor. Mesela ilk romanım Soydaşınız Balık Burcu’nda (1994) da içindekiler bölümü vardı parçalı hikâyelerle ve üst başlığı “Hepsi Hikâye” idi. “Selam Metin, Ben Berceste”deki hikâyelerin üst başlığı ise “Hep Aynı Hikâye”. Yalnız burada dediğiniz o madde madde sıralananlarda rakamlar buçuklanmış, 3,5., 6.5., 9,5. olanı da var.
edebiyathaber.net (29 Nisan 2024)