Mektup kokusunu hatırlatan roman: Ben Ayrıkotu | Gamze Erkmen

Mart 3, 2016

Mektup kokusunu hatırlatan roman: Ben Ayrıkotu | Gamze Erkmen

gamze-erkmen Hayal edin; bir sabah uyandınız, işe gitmek için evinizden çıktınız, apartmandan dışarıya adımınızı atacakken gözünüz posta kutusundaki mektuba takıldı. Aceleyle çantanızın içinden posta kutusunun anahtarını çıkartıp mektubu aldınız, çantanızın içine koydunuz. Geç kalmak pahasına da olsa o mektubu alabilmek için dakikalarca çantanızın derinliklerindeki anahtarı aradıysanız, meraklı bir yapıya sahipsiniz demektir. Bu durumda da, bulduğunuz ilk fırsatta, kimden geldiğini bilmediğiniz, içinde sizi hiç de ilgilendirmeyen yazıların yazdığı bu mektubu okumaya başladınız. Kimileri için böyle bir hadise, günün önemli bir parçasını oluşturur, kimileri için ise anlamsızdır, mektup paramparça edilip çöp kovasının dibini boylar. Şimdi bir de kendinizi mektup yazıcısının yerine koymayı deneyin. Hiç tanımadığınız insanlara, onlara belki hiçbir anlam ifade etmeyecek belki tam da kendilerini anlattığını düşünmelerini sağlayacak şeyler yazdığınızı düşünün. Keyifli olsa gerek, değil mi? Hiçbir şey olmasa, o an için yalnızsanız yalnızlığınızdan kurtulursunuz, dertliyseniz içinizi dökmüş olursunuz, belki de yalnızca yazarken kendinizi bulur, en saf halinizle “kendiniz” olursunuz.

İşte, İrem Uşar’ın ilk olarak 2008 yılında İletişim Yayınevi’nden “Ayrıkotu” ismiyle basılan, 2015’te de Günışığı Kitaplığı’nın ON8 markasıyla yayımlanan “Ben Ayrıkotu” isimli kitabında okur, genç bir mektup yazıcının daha önce hiç tanımadığı insanlara yazdığı mektuplarla ve mektup yazılanların hikâyeleriyle tanışıyor. Aşk, ölüm, ayrılık, yaşlılık, acı, yalnızlık, mutluluk gibi pek çok konunun işlendiği kitapta, iki insanın aslında konuşurken değil de yazarken gerçekten dertleşebildiğine dikkat çekiyor.

İki bölümden oluşan kitapta okur, ilk bölümde, başkarakterin kendi kararı ve arzusuyla baş başa kaldığı iki yıllık yalnızlığı boyunca, kendisini yorduğuna inandığı, belki samimiyetine inanmadığı arkadaşlarından koparak, daha önce hiç tanımadığı, tanımadığı için de kendisi hakkında ne düşüneceğini çok da önemsemediği insanlara, bir çeşit iç döküşünü yansıttığı mektuplar yer alıyor. Mektuplara sığınan, mektup yazarken kendini arayan, hiç olamadığı kadar “kendi gibi” olabilen başkarakter, yazdıklarıyla ruh halini her defasında baştan keşfediyor, geçmişinde yaşanmış, en sıradan görünen hatıralarının benliğinde yarattığı etkilere değiniyor, varlık sebebini sorgulamak için bilinçsizce çıktığı yolda âdeta kendisiyle yeniden tanışıyor. Bu yolculukta yanında olan postane şefi ise, yalnızca mektubu gönderen karaktermiş gibi görünse de, sayfalar ilerledikçe ve kurgunun sonuna gelindiğinde, onun da en az başkarakter kadar kurguya dâhil edildiği görülüyor.

Kendisini insanlara anlatmaktan, kalbinin kırılmasından, kalp kırma ihtimalinden, kırdığı kalbi yeniden düzeltmek için oldukça çaba göstermek zorunda kalmaktan yorulan 19 yaşındaki başkarakterin, yazarken tüm bunları düşünmesine gerek kalmadan, kendisini kontrollü ve güvenli bir dünya içinde hissedebilmek için kaçış sebebini bu yorgunluğuna bağlamasıyla yazdığı mektuplar, yalnızca kurgu içerisindeki mektup sahipleriyle değil, doğrudan okurla da iletişime girmesini sağlıyor. Bunun yanında, insanın çoğu zaman kendisine bile açıklayamadığı görünebilir olma isteğinin, başkaları tarafından varlığının fark edilebilirliğinin öneminin ve bir paylaşım içine girebilme arzusunun içten içe kişiyi nasıl sarıp sarmaladığı hakkında farkındalık yaratıyor ve başkarakterin deyimiyle sorgulatıyor; “Bir ömrü, insandan çok ne yorar ki?”

ON8 Ben Ayrikotu kpk 4soKitabın mutlaka bahsedilmesi gereken ve aslında kurgunun konusuna ilişkin nokta atışı yaptığını söylenebilecek olan bölüm, 47. mektupta okurun karşısına çıkıyor. Başkarakter, gönderdiği mektupların, alıcısına ulaşmasıyla onlarla tek derdinin “dertleşmek” olduğunu söylüyor, bunun bir mektup yoluyla da pek tabii yapılabileceğine inandığını belirtiyor ve bunu bir “yama” eğretilemesi yoluyla, anlaşılması zor olan ve bastıramadığı yazma isteğini en etkileyici haliyle sunuyor; “Aslında insanların sorunları hep aynı. Yani derdini uzun uzun yazıp herhangi bir posta kutusuna bıraksan, okuyan kişinin biraz aklı ve niyeti varsa, yazdıklarının herhangi bir yerinden, herhangi bir parça kesip kendine yamayabilir. Yama, genellikle de sırıtmaz. Hatta zaman içinde yavaş yavaş eriyerek, yanındaki parçayla bir olur.” Bu satırlarla okur da tıpkı kurgudaki mektup alıcıları gibi kendi iç dünyasının, hayatının izleriyle karşılaşıyor. Başkarakterin bu üslubu, okur açısından bir sonraki mektupta ruhuna bu defa nasıl dokunacağına dair merak uyandırıyor.

Kitabın başkarakterinin isimsiz oluşu, dikkat çeken noktalardan birisi olarak okurun ilgisini çekmeyi başarıyor. Ancak okur kitabın sonlarına doğru, mektuplarda hiçbir yanını saklamadan, en doğal haliyle beliren isimsiz başkarakteri, kendince bir isim verebilecek kadar tanır hale geliyor. Günümüzde 19 yaşındaki bir gencin, yaşıtlarıyla dışarıda ya da bilgisayar başında “zaman öldürmek” yerine, yıllar öncesinde kalmış mektup yöntemiyle ilişki kurmaya çabalaması, okuru, bu isimsiz başkaraktere en çok yakışacak olan ismin “Ayrıkotu” olduğu konusunda ikna ediyor.

Başkarakter tarafından gönderilen mektupların her birinin farklı bir sahibinin olması, okurun her bir mektubun yeni sahibine ulaşmasıyla farklı hayatlarla, farklı hikâyelerle buluşmasını sağlıyor. Dolayısıyla da, kitap ilk bakışta öykü türünde yazılmış bir kitap olduğu izlenimini uyandırıyor. Fakat birinci mektuptan yüz üçüncü mektuba kadar, başkarakterin ilerleyen hikâyesi ve ikinci bölümde yer alan Yalçın, Aydın ve Ayşe’nin hayatlarından kesitlerin yer almasıyla birlikte, beklenmeyen bir sonla karşılaşılması, kitabın roman türünde yazıldığının birer göstergesi olarak okurun karşısına çıkıyor. Elbette, başkarakterin mektupları ve mektupların ulaştığı kişilerin farklı başlıklarla anlatıldığı her bir bölümün, birer öykü olarak nitelendirilebilecek şekilde aktarıldığı da gözlerden kaçmıyor. Tek kitap içinde mektup yazısı biçimiyle, öykü ve roman türlerinin hazzını okura yaşatan yazarın oldukça sade ama kesinlikle klişeye kaçmayan üslubu bu kitabın en ayırt edici özelliklerinden birisi olarak diğer kitaplardan sıyrılmasını sağlıyor.

Kimi zaman İtalya’dan Türkiye’ye dönüş yapmış bir iş kadını, kimi zaman kedisini kaybetmiş acılı bir “anne”, kimi zaman da mektubun platonik aşkından geldiğine inanan bir genç kız ve daha pek çok farklı hikâyelerden oluşan kurguda, başkarakterin bu kişilere ithafen yazdığı mektupların ortak özelliklerinden bir tanesi ve en etkileyici olan noktasının, isimsiz gencin annesine olan özlemi olduğu açık bir şekilde fark ediliyor. Nitekim yazarın da son bölüme annesinin hayatından bir parça eklemiş olması, başkarakterin, annesinin kaybıyla yaşadığı buhranın, kurgunun tam ortasında bir yere oturduğunu gözler önüne sermiş oluyor.

Son olarak, yazarının bile “ayrıkotunun” hissettiklerini, yaşadıklarını ve yazdıklarını dışarıdan seyrettiği hissedilen kitap okura, yazma ihtiyacının varlığını hatırlatıyor, yazarak dertleşmenin sahiciliği ve rahatlığının konuşmaktan çok daha ayrı bir yerde olduğunu gösteriyor. Ayrı gibi görünen ama aslında birbirine dokunan hayatların bir yerde aynı noktada ilerlediğini fark ettiriyor ve en çok da günümüz teknolojisinin getirileriyle birlikte mektup yazma eyleminin azalmasına duyulan özlemden kaynaklı bir sitem duygusu uyandırıyor.

Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (4 Mart 2016)

Yorum yapın