Bombay doğumlu Salman Rushdie’nün Şeytan Ayetleri romanının 1988’de yayımlanmasıyla koparılan fırtına, bir ân’da, gözlerin yazarın yazdıklarına çevrilmesine neden oldu. Gerçi Rusdhie Geceyarısı Çocukları ile 1981 Booker, 1982 James Tait Black, 1983 Booker of Bokers ödülleriyle zaten adını duyurmuş bir yazardı. Doğup büyüdüğü coğrafyanın yazarıydı. Hindistan’da yasaklanan bu romanıyla birlikte, Utanç romanının da 1983’te Pakistan’da yasaklanmasının Batı’da yeni yeni tanınan bir edebiyatı ilgi odağı durumuna getirdiğini söyleyebiliriz.
Doğu’yu hep Batı’dan tanıma/öğrenme merakımız olduğu için, bu kez de öyle oldu; Rushdie’nin yazdıklarını bu kanalla tanıdık. Narayan’ı, Naipaul’ u da öyle. Magrib, Latin Amerika ülkeleri edebiyatlarını tanımamız da bu yolla olmadı mı?
Bugün, Batı, tükettiği değerleri karşısında; kendi yaşama ortamına katılan dünyanın birçok yerinden gelen insanlarla bir arada yaşamaya başlayalı beri, sömürgeci tutumundan vazgeçip o insanların kültürlerine, yaşamsal gerçekliklerine dönüp bakmaya başladı. Bu da öyle çok uzun bir süreyi kapsamaz.
Gönüllü, çoğunlukla da zorunlu göçler, sürgünler; dünyanın dört bir yanından kopup gelen insanları Batı’nın birçok ülkesinde yaşama tutunma çabasına sürükledi. Burada da, ister istemez, kendi oluşturdukları çevrelerde varolma savaşımını vermeye çalıştı bu insanlar.
Önceki ilgi, merak; yani bir başka ülkenin edebiyatını (daha çok egzotik buldukları için) keşfetmeye yönelen Batı’yı; bu kez, gelip kendi yaşadıkları coğrafyaya katılanların yazdıklarıyla yüzleştirdi. Çoğunluğu İngilizce, Fransızca veya Almanca yazan bu yazarlar kuşağının daha çok 1970’ler sonrasında bu ülkelerde adlarını duyurmaya başladıklarını söyleyebiliriz. Ama asıl dönüşüm noktası 1980’li yıllardır. Yani küreselleşme dalgası bu anlamda birçok gerçekliğin de önünü açmıştır.
Bugün Anglo-Hint, Anglo-Afrika gibi kavramlarla adlandırılan edebiyatların tanınmış olması bir başka gerçeği de yüzlüyordu bizlere: yeni dalga edebiyatları-yeni dalga kültürlerinin yaşama alanları…
Bunu günümüzde artık melez anlatılar diye adlandırarak edebiyatta böylesi bir kanonun varlığından söz edebiliriz.
Evet, günümüzde yoğun bir göç dalgasının yaşandığı gerçektir. Buna katılan insanların mekân tuttukları yerde varoldukları ortamda düşünüp yazmaları, yazınsal/sanatsal üretimde bulunmaları kaçınılmaz.
Nasıl ki, Londra’da yaşayan Rushdie, Hindistan’ın; Paris’te yaşayan Amin Maalouf Lübnan’ın gerçeğine uzanarak yazdıklarıyla birçok dünya diline çevrilip tanınıyorsa; Yeni Delhi’de yaşayan Arundhati Roy da kendi coğrafyasında kalarak yazdıklarıyla o tanınma arenasına çıkıyordu.
Yeryüzü kültürlerini, coğrafyalarını, edebiyatlarını tanıma isteğidir biraz da bu ilgiyi artıran. Belki de küreselleşmenin tek olumlanacak yanı; aynı an’da yeryüzünün en ücra köşesinde olup bitenden haberdar olmamız.. Dolayısıyla bu da bilme/öğrenme/keşfetme duygumuzu sürekli körüklemektedir.
Hamish Hamilton yayınevinin yetkilileri bu gerçeği bilmiş olmalılar ki; Cambridge’de okuyan Jamaika asıllı Zadie Smith’in yazacaklarının önünü açmışlar. İnci Gibi Dişler (*) romanının yazımı, geniş bir okur kesimine ulaşmasının serüveni de bunu gösteriyor.
Londra’da yaşayan göçmenlerin gerçekliğine ayna tutan Smith, içte olanı, bir arada yaşanılanı usta işi gözlemlerle mizahi bir dille anlatıyor bu romanında.
Göçmenliğin sefil görünümünün ardındaki renkliliği, olanca karmaşayı ironisiyle iç içe veren Smith; farklı kültürlerden gelerek bir arada yaşamak zorunda kalan insanların tutundukları duygu atmosferini, değerler silsilesini olanca canlılığıyla yansıtıyor.
Bengal ailesinin buradaki sere serpeliğinden orta halli İngiliz ailesi ile en umulmadık yerde buluşmaları şaşırtıcıdır elbette. Daha da şaşırtıcı gelen; Samet İkbal’in savaş ortamında tanışıp dost olduğu Archie Jones ile süren yakınlığı, onun Jamaikalı eşi Clara Bowden’ın; Samet’in genç eşi Alsana Begüm’ün, onların ikizleri Macid ile Millat’ın, Samet’in kuzeni Ardaşiv Mukhul’un bu ortamdaki yakınlıkları, uzaklıkları, yaşadıklarının renkli yanları romanın ana örgüsünde yer alır.
Smith, yer yer geçmişe dönerek, onların buluştukları noktaları irdeleyerek verirken; Batı toplumunda yer edinmeye çalışanların dramlarına da ışık düşürür. Çokkültürlü bir ortamda yaşanılan yabancılaşma, itilmişlik, ırklar arası yakınlaşma/uzak duruş şaşırtıcı bir üslupla ele alınarak işlenir.
Anlatıcının varolduğu konumdan, üstkimliğinin söyleminden arınarak kurduğu anlatım birliği şaşırtıcı düzeydedir. Tanrısal anlatıcının büründüğü sihirli bakış, kavrayıcı söyleyiş özellikleri… Belki de, Zadie Smith’in en baskın gelen yanı. Romanı okuduğunuzda sizi alıp götüren en belirgin yan da bu ilişkiler ağının canlı, renkli anlatımı; yazarın usta işi gözlemlerle bu altüst oluş sürecinin yansıtılmasıdır diyebiliriz.
Oradan oraya sürüklenen insanlar, kaç-göç’le yaşanılan savruluşlar; birlikte olmanın dayanılmazlığı, bağlanışın kopuşun acısı…
Smith’in belirlemeleri ise bu gözlemlerini pekiştirici düzeydedir. Yapacağımız şu uzun alıntı, onun anlattığı renkli dünyaya girebilmeniz için bir adım olabilir diye düşünüyorum:
“İlgili kişilerin hiçbiri bilmese de, bu iki yolculuğu birleştiren tarihsel nedenler vardı; modern dilde söylemek gerekirse, bu bir ikinci gösterimdi. Bunu daha önce yaşamıştık. Bu sıkıcı ve edebi bir ilmek halinde, eski kolonilere püskürtülen, hep aynı eski İngiliz komedilerini, Bombay veya Kingston veya Dakka televizyonunda izlemeye benziyor. Çünkü göçmenler tekrarı sevmiştir; bu, onların Batı’dan Doğu’ya veya Doğu’dan Batı’ya veya adadan adaya yaptıkları göç deneyimleriyle ilgili olmalı. Bir yere vardığınız zaman bile hâlâ gidip gelirsiniz; çocuklarınız ise durmadan dönüp durur. Bunu ifade edecek sözcük yok; ilk günah fazla sert kaçıyor; belki ilk travma demek daha uygun olur. Travma durmadan tekrarlanan bir şeydir, hem zaten bu İkbal’lerin trajedisi de; bir ülkeden diğerine, esmer bir vatandan imparatorluk hükümdarının soluk, çilli kollarına atılmalarını yeniden canlandırmadan edemezler. Bunu ancak birkaç kez yaşadıktan sonra yeni oyunlara geçebilirler.” (s. 168)
Evet, tüm bu geçişlerin; oyundan oyuna savruluşların, travma ânlarının getirdiği sefil karmaşanın renklerini görebilmeniz için bir solukta okuyabileceğiniz bir roman. Yer yer de dönüp bakacağınız soluklu bir anlatıcı.
*Zadie Smith, İnci Gibi Dişler, Mefkure Bayatlı, 2001, Everest Yay. , 550 s.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (27 Ekim 2020)