Sorular Kitabı
Sırtını bir söylenceye vermiş bu öykü-roman sona erdiğinde, dilin incelikle işlenmesinden alınan tat ile insanlık tarihindeki acıların yarattığı kekrelik birbirine karışıyor.
Mitoloji, edebiyatın esin kaynaklarından birisi. Efsaneler insanlar için, dünyayı anlamanın, yazarlar içinse anlatmanın yollarından biri. Bu yüzden, pek çok romanda, öyküde, şiirde söylencelere göndermede bulunulur. Ancak, kutsal kitaplarda geçen, sözlü edebiyatta yaşamış bir efsaneyi alıp onun üzerine bir yapıt inşa etmek oldukça zordur. Nurdan Beşergil Can yayınlarından çıkan kitabı “İyi Geceler Öpücüğü”nde işte bu “zor”un üstesinden geliyor. Musevilerin kutsal kitabı Tanah'ta, Eski Ahit'te, Kur'an'da sözü geçen bir kıssayı, Habil ve Kabil hikayesini, günümüzün gözünden bir daha kaleme alıyor.
Habil ve Kabil, insanlığa ilişkin kötülüklerin çekirdeğini taşıyan bir söylence. İnsanoğlunun kendisinden farklı bir mülke sahip olana, başkalarının daha fazla ilgiye mazhar oluşuna duyduğu kıskançlığı; kardeş kavgasının, iktidar mücadelesinin Ademin ilk suçuna dayandığı anlayışını taşıyor. İnsanoğlunun ilk kez katil oluşunun, ilk kez şeytana uyuşunun hikayesi. “İyi Geceler Öpücüğü” bu hikayenin çevresinde kurgulanmış.
Başı ve sonu yüzyıllardır bilinen bir hikayeyi anlatmak, okumak yapıttaki merak unsurunun çekiciliğini en baştan yitirmeyi göze almak demektir. Ancak “İyi Geceler Öpücüğü”nde böyle olmuyor. Yazar, kahramanların ruh haritalarını öyle incelikle çıkarıyor ki olay örgüsünü bilmemize rağmen bir adım sonra ne olacağını merak etmekten alamıyoruz kendimizi. Gelişimini insanlığın yüzyıllardır bildiği söylenceyi gerilimi ve merakı ayakta tutabilecek ustalıkla “yeniden” dile getirmiş Nurdan Beşergil.
İlk insanların iç dünyalarının öykülerin mekanı olduğu söylenebilir. Olay örgüsünün ileriye dönük adımları bu mekanda atılıyor hep. “İyi Geceler Öpücüğü”nü söylenceden farklı kılan da budur zaten. Hikayeler, Adem-Havva, Habil-Kabil ve Iklime-Lebuda’nın çevresinde gelişiyor. Ancak yapıtta adlar hiç kullanılmamış. Bu iki sonuca olanak tanımış. Birincisi, hikayenin Eski Ahitte geçen halini, isimleriyle birlikte bilenler için, okuma süreci bir tür oyuna dönüşüyor. Hangi kahramanın anlatıldığını bilme oyununa. İkincisi de iç dünyaları anlatılan kahramanlar insanlığın temsili haline geliyor. Habil’in, Kabil’in, Iklime’nin, Lebuda’nın hikayesi olmaktan çıkıp ilk insanların izlerini taşıyan tüm insanlığın hikayesine dönüşüyor. İlişkileri kafasında kuran, karşıdakinin hallerini ölçen biçen, anlamlandırmaya çalışan haliyle “annemiz” tüm kadınları, her şeye karşın düşüncelerini ele vermeyen haliyle “babamız” tüm erkekleri, soğukkanlı planları ve kıskançlığıyla “büyük ağabeyimiz” iktidar kavgasında rol alan erkekleri, işlemediği suçun cezasını çekmek zorunda bırakılan “kız kardeş” yeryüzünün ikincil cinsi kadını taşıyor içinde. Öykü kahramanlarının temsil ettiklerinden tek farkı, duygularını adlandırmada, ölçüp biçmede kendilerini tartısına vurabilecek kimse olmamasının zorluğunu yaşamaları. “İyi Geceler Öpücüğü”nün kahramanları bu zorluğun karmaşası içinde. Bu zorluk onların cahilliği olduğu kadar bilgeliği, arılığıdır da. Kahramanların tüm sözleri ve duyguları sarkaç gibi iki kutupta gider gelir. Kitabın ana sorusu da bu ikilemden payını alır. Nasıl olur da her şeyin önceden bilindiği, kağıtlara yazılı olduğu bir felaket önlenemez?
İlk öykü “Dönüş Yolu” tanrısal bakış açısıyla yazılmış, anlatımı üçüncü kişiye dayanıyor. Öykü kahramanının kim olduğunu sezdiriyor bize anlatıcı. Bu kahramanın kime denk geldiğini anlamak, özellikle “eski” hikayeyi bilenler için kolay oluyor. Çünkü, anlatılan kahraman “ben”lerin ve iktidarın açmazlarını taşıyor. Adak sunmadan eve dönmekle tepede kalmak kararı arasındaki seçim de iktidar savaşına dönüşüyor. Görünürde “küçük kardeş” kazanıyor bu savaşı.
İlk öyküde “anlatılan” kahraman, ikinci öykü “Tapınak ve Toprak”ın anlatıcısı olur. Bu kez anlatım birinci kişiyle, kahraman bakış açısıyladır. Anlatıcının kimliğini başlarda çıkaramasak da öykünün dördüncü sayfasına geldiğimizde anlarız. O “ben”inin çevresinde dolanandır. “Hayatım kendim için kurduğum bir tapınaktı” der. Fark ederiz ki anlatıcı, her şey olup bittikten sonra, geriye bakıp “daha önce”ki benini anlatır. Zamanda bir kırılma söz konusudur. İkinci öykü, olay halkalarının ikincisi değildir. Bu bölümde hikaye tamama ermiş, “yokluk”la yer değiştiren küçük kardeş, anlatıcının hayatında kocaman bir iz bırakmıştır. O iz, ölüm korkusu yaşadığı zamanlarda sızlar.
Üçüncü öykü “Hikayenin Sonu”nda kızkardeş ağabeyle birbirine olan hislerini tanımlamaya çalışır, ama bunu ne kendisi ne de okuyucu başarabilir. Büyük ağabey ve kardeşi ile arasındaki bir gönül birliğidir, ama bu, bugün net sınırlarla ayırdığımız, kardeşçe sevgi mi, cinsel aşk mı, belirsizdir.
Dördüncü öyküde sözü “öteki kızkardeş” alır. O, her ne kadar “kızkardeşler bir uğraş seçmek zorunda değilse de” kendine bir iş edinen ve onu layıkıyla yapandır. Bir yandan çirkinliğin ondan esirgediğini “erkek” gibi çalışarak kazanmaya çalışırken, bir yandan da karşılıksız ve koşulsuz sever, itaat eder.
Beşinci öyküde karşılıksız sevginin boğduğu erkek kardeş konuşur. “Ellerimden ve hatta bütün odadan bana doğru yürüyen bir ordu yola çıkmıştı.”diye anlatır sıkıntısını. Görmek istemediği sevgi sıkıntı verir ona.
Sekizinci öyküde şunu fark ederiz, güzel kızkardeşe tek düşen, kararlara tabi olmak, onlara hizmet etmek ve işler yolunda gitmediğinde suçluluk duymaktır. Erkek kardeşinin hatasının bedelini o öder.
“Can Yangını” ve “Topraktaki Kabuk” öykülerinde cinayet anı, tüm öykülerin atmosferinden uzaklaşılmadan, hiçbir şeyin net görülmediği sisli bir havada, hissedilenleri yalnızca kahramanların yakın plan çekilmiş yüzlerinden okuyabildiğimiz bir sahne gibi anlatılır.
Her hikayede farklı bir bakış açısının kullanılmış olması kitabı, dolayısıyla okuru diri tutuyor ve sorularla dolu son öyküye geliveriyor okuyucu. Son öykü “Armağan”da “Hikayeler, içinden neye ihtiyacınız varsa onu çekebileceğiniz kuyulara benzer.” diyor yazar. Bazı kitaplarda insanlık hallerinin, bize ilişkin “mesele”lerin öyle farklı ve çeşitli halleriyle karşılaşırız ki içinden neyi çekeceğimizi şaşırırız. “İyi Geceler Öpücüğü” de bir kuyu. İçinden ister babaya ait olan bilgeliği, ister erkek kardeşlerin mücadelesini, ister kız kardeşlerin haksızlığa uğrayışını çekin. Kuyudan çekerken niyetinizin ne olduğuna bağlı bu. Ben sorulara niyet ettim:
Kardeş katli bu kadar eskiyse, kötülüğün kaynağı olarak sunulduysa kutsal kitaplarda, niye insanlar hala savaşı körükler durur?
İnsanoğlunun babası “tek”se ne demeye ırklara, türlere ayırırız birbirimizi, benzerliklerimize, geldiğimiz kana, soya göre isim veririz kendimize?
Kadın, köşesinde sessizce dururken, yalnızca bedeni ve sezgisiyle varken, insanoğlunun dünyaya sürülmüş olmasının tüm yükü neden onun omzundadır?
Neden annemiz Havva’nın sesini çok az duyarız bu öykülerde?
Belki de en güzeli sorulara sahip olmaktır. Sorusu olmayan doğruyu aramayandır belki de. Son öyküde de sarkaç çalışır. Kabil’in hikayesi ya bize sunulmuş bir armağandır, ders alalım diye, ya şeytanı kovandır, ya da tam tersi, şeytanın kendisidir, yaşanan tüm kötülüklerin kaynağı.
Yanıtlar ne olursa olsun, bu kitap, türler arasındaki sınırları bir kez daha tartışmaya açacağa benzer. Her anlatıyı ayrı bir öykü gibi okuyabilirsiniz, her öyküyü bir romanı oluşturan ayrı bir parça gibi de ele alabilirsiniz. Yazar, öykülerden oluşsa da bütünlüğü olan bir anlatı kurmuş. Bu bütünlük genellikle “roman” olarak adlandırılsa da parçaları rahatlıkla koparıp alabileceğiniz için her biri öykü niteliği taşıyor.
Sırtını bir söylenceye vermiş bu öykü-roman sona erdiğinde, dilin incelikle işlenmesinden alınan tat ile insanlık tarihindeki acıların yarattığı kekrelik birbirine karışıyor.
Yazan: Melike Uzun – edebiyathaber.net (20 Mart 2012)