İkiz
“…İşte şimdi gözlerinin önüne sonsuzca bir gece bağlıyorlar/ Ama şu anda,/ Damarlarında dolaşmakta olan kan daha da renkli/ Ve bu kandan/ Pırıltılı dalgalar halinde akan/ Bütün bir yaşam fışkırıyor./ Ve o/ Bu anda, şu ölüm anında/ Kaybedilmiş bütün bir geçmişi/ Ruhunda yeniden canlandırıyor;/ Bütün bir yaşam yeniden uyanıyor içinde…”(İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Stefan Zweig, çev.Kasım Eğit, Can Yayınları, 1995)
Zweig, Dostoyevski’nin yaşamında ve yaratılarında kırılma anı olan ölüm cezasını ağıtla karışık bir güzelleme gibi anlattığı manzum metninin bir bölümünde, yazarın cezasının infaz edileceği anda içinden, aklından geçmiş olabilecekleri bu dizelerle ifade eder. Dostoyevski tam öleceği o anda parlak, yeni bir yaşam akar damarlarından. Sonuç, pek çok okurun bildiği gibi, son anda kurtuluştur, bu da İnsanlığın Parladığı An’dır.
Dostoyevski, ölüm cezası Sibirya’da sürgüne çevrildikten sonra pek çok kitap yayımlar. İkiz, yazarın sürgün öncesi ilk romanlarındandır. Bu romanın öncesinde yazdığı İnsancıklar övgüyle, İkiz ise dönemin alışılmış romanlarından çok farklı olan biçemiyle eleştirmenlerce hayal kırıklığıyla karşılanmıştır. Oysaki bu roman Dostoyevski külliyatını çok iyi bilen günümüz okurları için olsa olsa ruhun ikilemlerini ve zıtlıklarını, birbirine karışmış gerçekle sahteyi, görünenin ardında yatanı, varoluşumuzun ve eylemlerimizin janus’ını gözler önüne serebilen bir öncülün, ustaların ustası, yazarların yazarının habercisidir.
Kitap ilk bölümde bir uyanış sahnesiyle açılır. Golyadkin uyanırken gerçekliği ilk anda rüya olarak algılar, yaptığı ilk iş aynaya koşmak olur. Romanın uykudan uyanış-uyanamayış betimiyle başlaması olayların rüya ile gerçeklik arasında yaşanacağının göstergesidir. Kahramanın, anlatı boyunca süren kararsızlığı ilk sayfadan başlanarak anlatılmıştır böylece. Sonraki bölümlerde de sürer bu. “Selam vermeli mi vermemeli mi? Tanımalı mı tanımamalı mı? Selamı almalı mı almamalı mı, diye düşündü tarifsiz bir kederle kahramanımız. Yoksa bunun ben olmadığımı, bana çarpıcı bir şekilde benzeyen bir başkası olduğunu söyleyip hiç olmamış gibi mi yapmalı? Elbette ben değilim, ben değilim, işte bu kadar!”sy.30 İlk roman acemiliğiyle değil, kitabın sonunu baştan tasarlamış bir yazarın hesaplılığıyla karşımıza çıkmıştır genç yazar Dostoyevski.
İkinci bölümde hekim Krestyan İvanoviç ile Golyadkin’in tatsız görüşmesi anlatılır. Kararsız halleri tekrar tekrar vurgulanan Golyadkin, on sayfalık bölüm boyunca kendisini, ruh halini anlatıp savunmasını yapar gibidir. Krestyan’a huzur bulmak için gitmiştir ve ona danışır: “… kendi düşmanınızdan, en korkunç düşmanınızdan nasıl intikam alırdınız, böyle gördüğünüz birinden?”sy.38 Golyadkin’in sayıklamayı andıran konuşmalarının altında yatan gerçek, sonraki bölümlerde ortaya çıkacaktır. Golyadkin’in düşmanı yine kendisidir. Yok etmeye çalıştığı kendisi. Golyadkin her ne kadar güvenli, bu güveni mal varlığına yaslanan, soylu biri olarak görünmek istese de gerçeğin farkındadır: Kimsenin ciddiye almadığı, uşağı Petruşka’nın bile dalga geçtiği zavallının biridir. Düşman bu zavallı Golyadkindir. Doktorun kendisine akıl danışan hastasına önerisi ilginçtir. “…size gerekli olan şey bütün yaşamınızda köklü bir değişiklik yapmak ve belli bir anlamda karakterinizi yıkmak” sy.35 Roman boyunca kahraman, doktorun sözünü dinler sanki, yeni bir insan yaratmaya çalışır, kendisiyle mücadele eder. Ancak bir türlü kurtulamaz öteki ‘ben’inden. Sonraki bölümlerde somut biri olarak ortaya çıkan yabancı Golyadkin, ikiz, gerçekte var olan ancak kabullenilmeyen, yok edilmeye, dönüştürülmeye çalışılan öteki benliktir.
Üçüncü bölümün tamamı yeni bir karaktere bürünmeye çalışan kahramanın anlatımıdır. Yeni yaratılan karakter, bürünülmek istenen varoluş şekli her seferinde çevredekilerin alaycı bakışları, gülüşleri ve sözleriyle yerle bir olur.
Dördüncü bölümde kahraman kararsız ve güçsüz ikizini bastırıp yine kendinden emin görünüşlü yapay haliyle Klara Olsuliyevna’nın doğum günü partisine katılmak ister. Ancak içeri alınmaz, uşak onu kapıdan döndürür. Bu, görünen Golyadkin’in içindeki ikizi bir anlığına yeniden ortaya çıkarır. “İçinde bir güçsüzlük ve zayıflık hissediyordu.”sy.54 “Golyadkin’in tekisin, adından belli zaten.”sy.63 Çevirmen Sabri Gürses’in notundan öğrendiğimize göre kahramanın ismi ‘çıplak’ anlamına gelen ‘goliy’ sözcüğünden türetilmiştir. Bu bize gerçek olanın hangi kişilik olduğu hakkında ipucu verir. Beşinci bölümde karşımıza çıkan ikinci Golyadkin bir bakıma sahici olandır. Zorla katılmaya çalıştığı davetten yaka paça kovulan Golyadkin olmak istediği görünüme bürünmekten yorulmuştur artık. “Bay Golyadkin öldürülmüştü, tam olarak, kelimenin tam anlamıyla öldürülmüştü ve o sırada koşabiliyor olmasının tek nedeni bir mucize, kendisinin de sonunda inanmaktan vazgeçtiği bir mucizeydi.”sy.72 Kibar, zengin, üsttabakadan hisseden Golyadkin bu halini var edebileceği çevre tarafından reddedilince ölmüştür. Onayını bekledikleri öldürmüştür onu. Yapmacık olanın yaşaması için başkalarının onayına gereksinmesi vardır. Reddedilmek, yapmacık kişilik için yıkımdır. Kahraman, tam da bu yıkımla Fontaka’da yükselen sulara bakarken “yabancı kendisi”yle karşılaşır. İçindeki, bastırmaya çalıştığı benlik artık kanlı canlı bir ikiz olarak karşısındadır.
Roman boyunca gerçek gibi görünen Golyadkin’le ikizinin birbiriyle karşılaşmasına tanıklık ederiz. Ama aslında bize sorulan can alıcı soru şudur: Gerçek olan hangisi, bay Golyadkin mi ikizi mi? Yeni giysileriyle sokağa çıkan, mağazaları zengin bir soylu süsüyle dolaşıp pazarlıklar yapan, davranışlarına aristokrat havası vermeye çalışan Golyadkin, gerçek kendisiyle davet edilmediği doğum günü balosuna zorla girmeye çalıştığı, ancak yaka paça kapının önüne konduğu günde karşılaşır. Can alıcı sorunun yanıtı altıncı bölümde verilir. “şimdi Bay Golyadkin’in karşısında oturan kişi Bay Golyadkin’in korkusu, Bay Golyadkin’in utancı… kısacası Bay Golyadkin’in kendisiydi.”sy.86
Romanda bundan böyle yapay Golyadkin’le ona rahat vermeyen ikiz ve gerçek Golyadkin'in kıyasıya mücadelesi anlatılır. Kitap karabasanı andıran bir sahneyle sona erer. Ama kitabın kapağını kapatırken emin olduğumuz bir gerçeklik vardır: O da, herkesin farklı bir zamanda ortaya çıkan ötekisi, ikizi olduğudur.
Romanı Sabri Gürses çevirmiş. Vasistas, emprovize gibi bir iki kavramın Türkçesinin kullanılmaya çaba gösterilmemesinin dışında övgüye değer bir çeviri. Hem sözcük seçimi hem de söz dizimi açısından rahatsız etmeyen, doğal bir biçem kurulmuş. Ayrıca Sabri Gürses’in daha önce Notos’un Dostoyevski dosyasında yayımlanan makale oylumundaki yazısı da romanın önsözü olarak kullanılmış. Bu yazı Dostoyevski ve İkiz’in okunmasında yol gösterici bir niteliğe sahip olsa da birkaç noktada yanıltıcı olabilir. Öncelikle çevirmen Sabri Gürses, okuyucunun kahraman Golyadkin’in derin ruhsal sorunlarının, kararsızlığının üçüncü bölümde ortaya çıktığını söylüyor. Oysaki yukarıda da belirttiğim gibi kahramanın kararsızlığı, tedirginliği ilk bölümden başlayarak vurgulanmış, hatta roman bu eksen üzerine kurulmuş.
“İkiz’in Neo adlı sıradan bir hacker’ın sanal dünyadaki ikizine, doppelganger’ına dönüşmesi, kendisinin aslında kendisi olmadığını, başkası olduğunu keşfetmesinden yola çıkarak o ikizin sanal-gerçek dünyasını anlatan Matrix’teki gibi, İkiz açısından anlatılması gerekir.” diyen Sabri Gürses’in pek de doğru bir belirleme yapmadığı romanın içinde ilerledikçe anlaşılıyor. Teşbihte hata olmaz dense de karşılaştırmalarda hata olabilir. Hıristiyan felsefesinden Marksizme dek birbirini çürüten her türlü düşünceyi wikipedide tıklar gibi yan yana getirebilen Matrix’in anlatımında kullandığı bakış açısını bireyin kendisiyle mücadelesinin, kendisi olamaması halinin bu derece ustalıkla anlatıldığı bir roman için önermenin çok da doğru olmadığına inanıyorum. Uşak Petruşka’nın efendisi Golyadkin’i kötücül sırıtışlarla izlemesinde, Golyadkinin yüz ifadelerinin anlık değişimlerinin anlatılmasında, ikinci bölümde gözlenmenin yarattığı ısırma etkisinin betimlenişinde gerçeği rüya gibi yaşayan, belleğin, bilincin kırılmalarını çözemeyen modern bireyi bulabilirsiniz. Dostoyevski Golyadkin'i ya da ikizini değil, ikizini aslında içinde yaşatan, onu susturmaya çalıştığı halde bunu bir türlü beceremeyen, olduğu kişilikle olmak istediği kişilik arasında gidip gelen, içindeki bu varoluşsal zavallılığı yüzyıllardır yaşatan kişiyi, gerçeği anlatmıştır. İnsanlığın yıldızı Zweig’in anlattığı andan çok öncesinde, sezgileri bu kadar güçlü, insanın gerçeğini açıkça, arada hiçbir perde olmadan görebilen bir yazarın varlığıyla parlamıştı. Bu roman kanıtlıyor söylediğimi.
İkiz bundan yine yüzyıllar sonra insanın söküp atamadığı dramı olarak okunacaktır.
Melike Uzun – edebiyathaber.net (14 Şubat 2011)