“Edebiyat lekeyi kolay gösteriyor üzerinde.”
Ahmet Büke’nin beşinci öykü kitabı yayımlandı: “Ekmek ve Zeytin” Yaşamın sürekliliğine inancı çağrıştırıyor bu ad. “Ekmek ve Zeytin” bunca ölüm, yıkımlarla sarsılırken ayakta durmamız için ihtiyacımız olanların simgesi gibi. Gerçekten böyle olup olmadığını, öykülerini ve yaşamı konuştuk Ahmet Büke’yle.
Ölüm ve öldürmek sözcüklerini kullanmadan, bu ülkede doğal olmayan yollarla ölenleri anlatıyorsunuz pek çok öykünüzde. Size annenizin öğrettiği ekmek ve zeytin, ayakta kalmanın, olan bitene karşı çıkmanın yolu olabilir mi? Neyi işaret ediyor bu ikisi?
Bana sadeliği ifade ediyor. Doymaz açlığımızın karşısına çoğunu elde edemeyeceğimiz, plastik hatta gerçekte olmayan bir sürü tad çıkarıyorlar. Aslında en derinde ekmek ve zeytin bizi tarifsiz mutlu edebilir. Doymak için ekmeğe, hayata devam edebilmek için de barışa ihtiyacımız var. Bu ikisini çekip aldıkları için bu kadar gözümüz arkada kalıyor. İnsanın en huzurlu olduğu an gözlerini kapattığı an aslında. Neredeyse ölmekten vazgeçecek kadar içimizde ukte insan gibi yaşamak.
Arka kapak yazılarını oldum olası sevmemişimdir. “ Ekmek ve Zeytin” için de böyle oldu bu. Kitabınızın arka kapak tanıtımının sizin öykülerinizi ifade etmede çok sığ kaldığını düşündüm. Mahalle aralarında olup biten günlük olayları anlatmayı aşan şeyler var öykülerinizde. Ne dersiniz?
Buna ne diyeyim şimdi? Her ölüm erkendir, her kapak yazısı eksiktir, desem olur mu?
Bazı öyküler şarkılara benziyor, öyle etkiliyor ki dönüp bir daha bir daha okumak istiyorsunuz. “Devlet Bir Tanrı Bir” öykünüz de onlardan. Bu etki kaynağını, sizin öyküyü yazarken hissettiklerinizden mi alıyor? Yoksa ancak bu topraklarda yaşanabilecek bir trajediye yaslanmasından mı?
Okuyanda nasıl bir etki bırakıyor, bunu bilmiyorum elbette ama bu pek yapmadığım bi şeydi. Yani bir haberi duyup sonra ona ait öykü yazmak… Ama kendimi de alamadım. Bu ülkenin o yüksek “devletlü” aklı inanılmaz. Seri katil romanı yazılmıyor, çünkü her şey o kadar gerçek cereyan ediyor ki, dramatize etmeye ihtiyaç yok. Her şey buharlaşırken asla o irade gevşemiyor ve katılığını bırakmıyor. Kuru buz halinde kamu iradesi bizde. İnsanları ölüme götüren ve ölümü bir tutanak kâğıdı inceliğine kadar indirgeyip anlamını etkisizleştiren inanılmaz bir boşluk bu.
Öykülerinizin neredeyse hepsinde okuyucuya insanın doğayla bütünlüğünü anımsatır gibisiniz. Bu vurgunuz bilinçli mi? Yolda yürürken, işe gelip giderken gerçekten bu kadar bakıyor musunuz doğaya, sözgelimi karıncalarla konuşuyor musunuz? Öykülerinizde onlar konuşuyor çünkü. Karıncalar, köpekler, kartallar, kurtlar…
E, normal olan bu bence… Zamanın içinde olan her şeyin bir hafızası var. Karıncanın, kuşun ve taşların anıları var bu hayatta. Taş ve dağ olmak biraz daha sıkıcı belki. Çok beklemek gerekiyor. Ama zaman herkes için göreceli olduğu için bu endişe de çok dışarlıklı ve bize aittir muhtemelen…
“Sakallı Pazartesiler” “Güneşli Pazartesiler” filmine gönderme sanırım, bir sonraki öykünüzün ismi de filmin özgün adı “Los Lunes Al Sol” Bu film sizi ve yazdığınız öyküleri nasıl etkiledi?
Ekmek ve zeytin yerken izlenecek en güzel filmlerden bence o. Filmin kahramanının ısrarla gidip o elektrik lambasını –ama tek başına- kırması bizim bütün yenilgimizi de anlatıyor galiba. Ama ben bir yandan da umut buluyorum. Pazartesinin birinde güneş altında yatmak umutlu bi şey.
Edebiyat söyleşilerinin kadim sorusu: Neden yazıyorsunuz? Siz bir kahramanınıza “Hayat yazılmayacak kadar fena” dedirtmişken bu soruyu sormadan duramayacağım: Neden yazıyorsunuz, yazıyoruz?
Yazmanın çakırkeyfi hali güzel çünkü. Bir sonraki aşama kendini beğenme ama; o fena işte. Onun sabahında uyanmak tatsız.
Öyküleriniz basit, hafif hatta komik konulardan söz edecekmişsiniz gibi başlıyor, Nenem Buldu Beni, Bu Karınca Gelecek, O İncir Nerede Şimdi, Serçeler Diyorum, Hidroloji Mühim Mevzu… Öykünün sonunda ise okuyanın yüreğine koca, ağır bir taş bırakıyorsunuz. Biçeminiz olmuş bu sanki, yazarken bilinçli bir yol mu bu izlediğiniz?
Öyküye başlarken ne anlatacağımı ve nasıl bitireceğimi bilmiyorum. Yazarken eğlendiğim için rahat yazıyorum ben. Yazmak zor bir iş değil bence. Pek kolay hatta.
Bağırmadan, ağıt yakmadan, öfkelenmeden, alçak sesli ama güçlü bir şekilde olan bitene muhalefet ettiğinizi düşünüyorum, pek çok yönüyle politik öyküleriniz. Siyaset ve edebiyat ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?
Politikadan azade değil bu hayat. Kuruyoruz ve bozuyoruz her şeyi. Ama belki de en çok edebiyat yaparken hassas olmak lazım bu konuda. Edebiyat bir propaganda aracı değil. Çoğu kez bunu ıskalıyoruz. Edebiyat lekeyi kolay gösteriyor üzerinde.
Söyleşiyi gerçekleştiren: Melike Uzun (29 Kasım 2011)