Bütün kadınlar mutsuz olsaydı dünya çoktan yıkılmış olurdu
Bir Dilek Tut, kadınlara ilişkin bir roman. Karadeniz’de bir köyde tek başına yaşayan Ayşe’den, falcı Nimet’e, “çok fazla acı var” deyip kendini Boğaz’ın sularına bırakan Dicle’den tecavüzcüsünün çocuğunu doğurduktan sonra ağabeyi tarafından öldürülen Naile’ye, ayakkabı satıcısı Cemile’den Savcı Nilüfer’e… Kimi kahramanlar kurmaca, kimi de ismiyle cismiyle gerçek… Hacer Yeni’yle romanı hakkında konuştuk.
Kitabın kapağından başlamak istiyorum. İlk anda, işte, dedim, kadını topuklu ayakkabı, gül, ruj ve şaraba indirgeyen bir kitap daha… Sonra fark ettim ki ayakkabının topuğu dikenden, gül yapraklarına da arı konmuş. Bu konuda söylemek istedikleriniz var mı?
Ayağımızda böyle bir ayakkabıyla güvenle yürüyebileceğimiz kaç tane cadde ya da sokak var acaba? Hayatında hiç gül almamış kaç kadın var bu ülkede? Kaçımız birilerinden korkmadan öpüştük? Kitabın kapağında gördükleriniz kadın olmanın sevinci, ama her gün en az birimiz öldürüldüğümüz için hep buruk kalacak bir sevinç.
Anlatıcı bir dergi editörü. Üstelik, Foucault çalışan bir editör. Kitabı yazarken kendi çelişkilerinizden mi yola çıktınız?
Uzun süre feminizm bağlamında Foucault çalıştım ancak aslına bakarsanız bu çalışmanın en güzel yanı danışman hocamın Prof. Dr. Büşra Ersanlı oluşuydu. Bunların kitapta elbette ki yansımaları olsa da tamamıyla kendimden yola çıktım dersem kitabın yazınsal gerçekliğine haksızlık olur diye düşünüyorum.
Kahramanlarınızdan savcı Nilüfer unuturken uyuyor, anlatıcı editör ise uyuyamıyor. Uyuyan da uyumayan da mutsuzluktan… Tüm kadınlar mutsuz mu sizce?
Bütün kadınlar mutsuz olsaydı dünya çoktan yıkılmış olurdu. Mutlu olan her kadın dünyanın dönmeye devam etmesi için esaslı bir neden. Mutluluğun her bir kadın için farklı bir anlamı, yeri ve zamanı olduğunu düşünüyorum.
Kahramanınız olan kadınlar “mutsuzluklarından” kendileri mi sorumlu?
Kahramanlarım her gün yanınızdan geçen kadınlardan hiç farklı değil. Deliler gibi çalışıp karşılığını alamayanlar işlerini değiştirebilirler; sevilip sevilmeyen, üstüne üstlük hiç sayılan kadınlar günü geldiğinde çekip gidebilirler ancak hayatta tek varlığınız oğlunuz öldüğünde yapabileceğiniz bir şey yoktur. Bilhassa Cemile’nin yaşadıkları, “mutluluk” sözcüğünün hayat lugatınızdan atılmasına dahi neden olabilir.
Evet, sanırım, bir yönüyle, günümüz kadınına bir taşlama bu roman, ama hiç mi mücadele edenimiz yok, neden onlara yer vermediniz?
Tam tersi, günümüzde hiçbir kadını taşlama lüksümüzün olduğunu düşünmüyorum. Bütün kadınlar kendince bir çeşit mücadele veriyor. Bazılarımız aktivizmle el ele vererek, kimimiz komşusunu dinleyip teselli ederek, kimileri çamur içindeki karanlık bir sokakta topuklu ayakkabıyla yürüyerek, belki kulağa tuhaf gelebilir ama kimimiz sabahları uyanıp güne başlayarak- bunu yapmak bazılarımız için nasıl da ağır ve zor- mücadele veriyor.
Ayşe, kadınlığın azılı düşmanı “zaman”la dost oluyor ölmüş oğluna kavuşmayı beklerken. Hande herkesin çalışmak için ölüp bittiği işinden emeğinin karşılığını alamadığı için ayrılıyor. Nilüfer pantolon giydiği için öldürülen ya da ölümü seçen kadınların uğruna asla pantolon giyemiyor. Sevdiği adamın sevgisizliğiyle kavga ediyor. Cemile’nin pembe çiçekle kavgası. Bir kadın hangi şartlar altında pembe bir çiçekle kavga haline girebilir? Büyük meydan okumadır bu.
Korunmak, güçlü olmak için ille de “Chanel” çanta mı taşımalıyız? Chanel neyin simgesi?
Coco Chanel kendi döneminde kadınların giyim ve aksesuarları açısından devrim niteliği taşıyan yığınla yenilik yapmış bir kadın. Klasik Chanel çantalar omuza asılır. Elleriniz boştadır. Bir kadının iki elinin de boşta olması, iki eliyle çalışabilmesi, sarılabilmesi, daha rahat yürüyebilmesi demek. Chanel’inkilerin nezdinde bütün omuza asılan çantalar kadınları özgür kılar. Benim konuyla alakalı asıl hayalim çantasız olmak. Defalarca denedim ama olmuyor ne yazık ki!
Marx’a “bebeğim” derken tedirgin olmadınız mı?
Hiç olmadım. Kitabı yazarken kendimi en iyi hissettiren cümlelerdi: “Biricik Marx, söyleyenler haklı. Sınıfları anlamadan sana ulaşmam mümkün değil bebeğim. Sana “yeni kadın sınıfları”nı takdim ettim.”
Yatmadan evvel düşündüğümüz kişi her kimse, ona kendimizce “bebeğim” deme hakkımız olduğunu düşünüyorum. Hande yatmadan evvel “Komünist Manifesto” yu okuyor. Bence buna fazlasıyla hakkı var!
“Bir Dilek Tut” ilk kitabınızdı, umduğunuz gibi miydi tepkiler, beklediğiniz ilgiyi gördü mü romanınız?
Evet, birkaç gün önce ikinci baskısı yapıldı kitabın.
Yeni çalışmalarınız var mı?
Evet, bir kitap üzerine çalışıyorum, İstanbul’da günah öyküleri…
Son olarak, Foucault feminizmin dostu mu düşmanı mı?
Foucault ve feminizm ilişkisi gerçekten zorlu bir konuydu benim için Melike , kısaca açıklayayım. Güç ilişkilerini ele alışı bakımından feminizmle bir çok paralellik kurdum Foucault arasında. Ancak ne yazık ki kadınlar bu güç ilişkilerinin içinde yer almakla birlikte bunları organize eden ya da değiştiren kişiler olamamaktalar.
Ayrıca Foulcaut, kadınların maruz kaldığı baskının tarihsel, kültürel ya da sosyal yönleriyle alakadar olmamış ve bu konuda bir şey söylememiş. Evet, cinsellikle ilgilenmiş ancak bunu toplumların nasıl baskı altına alındığını anlatabilmek için yapmış.Kadınları burada ayrı tutup, kadın cinselliğinin üzerinde durmamış.
Ancak biyolojik cinsiyetin doğuştan gelmediğine bilakis kültürel bir olgu olduğuna dair teziyle “kadın doğulmaz, olunur” diyen Simone de Beauvoir’ı destekler yönde fikir belirttiğini düşünüyorum.
Siyasette de cinsiyete dayalı güç ilişkilerine yer olmadığını düşündüğünden bu konuda kadınlara yönelik bir fikir yürütmemiş.
En önemlisi de güç ve şiddet konusunu ele alırken yine kadın ve erkek diye ayırmamış. Güç ilişiklerinin ataerkil yapısını vurgulamamış.
Tüm bunları göze aldığımızda ne dostu ne de düşmanıdır diye düşünüyorum.
Melike Uzun (18 Ekim 2011)