Menekşe Toprak’ın Temmuz Çocukları adlı romanı İletişim Yayınları’ndan yeniden çıktı. Hatırlayanlar olacaktır, Toprak, yakın zaman önce Ağıtın Sonu adlı romanıyla Duygu Asena Ödülü’nü de kazanmıştı. Yazarla, göçmenliği, göçmenlerin arada kalmışlığını, romanının çıkış noktasını, yarattığı kadın kahramanlarını ve edebiyatta kadın temsillerini konuştuk. Ayrıca kendisinden edebiyatseverler için okuma önerileri de istedik.
Öncelikle kitabın ismiyle başlamak istiyorum, neden Temmuz Çocukları ismini seçtiniz?
Temmuz Çocukları, anne-babaları Almanya’ya göç ettiği için, dede, amca, teyze, dayı yanında büyümüş çocukları anlatıyor. Almanya’da yapılan araştırmalara göre çocukluklarını böyle yaşamış 600 binin üzerinde Türkiyeli göçmen var. Birinci kuşak göçmenlerin çocukları bunlar. Buna bir de Almanya’ya göçü benzer şekilde deneyimlemiş olan İtalyanları, Yunanları katarsak epey kabarık bir rakamdan söz edebiliriz. Almancada Kofferkinder (Bavullu Çocuklar) olarak anılıyorlar bugün. Ancak ben bu ismi sorunlu buluyorum, çünkü Kofferkinder 2. Dünya Savaşı sırasında aileleri toplama kamplarına gönderilmiş yahut öldürülmüş, ellerinde sadece birer küçük bavulla bir trenle İngiltere’ye ulaştırılmaya çalışılan, çeşitli badireler atlatan bir grup Yahudi çocuğuna verilmiş bir isimdi. Ben Temmuz Çocukları adını uygun buldum; nedeni ise bu çocukların anne babalarını ancak yaz tatillerinde, temmuz aylarında görebilmeleriydi.
Ekseriyetle kadınları anlatıyorsunuz kitaplarınızda. Sizce kadınlar edebiyatta yeterince anlatılıyor mu? Kadının edebiyattaki temsili hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bildiğim dünyaları anlatma ihtiyacı ve o dünyayla ilgili bir meselem olması dolayısıyla kadın kahramanlarım çoğunlukta. Kadının her geçen gün biraz daha ötelendiği, hem duygusal hem de bedensel olarak şiddete maruz kaldığı bizimki gibi bir toplumda asıl kadını anlatmamak tuhaf geliyor bana. Göçün özellikle kadınlar üzerinde yarattığı travmaya eğildim bu romanımda. Ağıtın Sonu’nda ise metropol karmaşasında bağımsızlaştıkça yalnızlaşan kadının durumunu, kısmen masallara ve destanlara da yaslayarak anlatmayı denedim.
Kadın her şeyden önce gelgitleriyle, çelişkileriyle, dış dünyayla giriştiği içsel çatışmalarıyla hikâyeye, edebiyata çok yakışıyor. Ama edebiyatta yeterince anlatılıyor mu? Bence değil. Bana öyle geliyor ki, kadını yine kadın yazarlar daha çok yazıyor. Yazanlar da çok fazla dikkate alınmıyor bence. Tabii şunun da altını çizmek isterim: Edebiyatta kadın karakterler cazip geliyor bana ama ona dürüst ve gerçekçi yaklaşmak ve hikâyesine uygun bir dil kurmak önemli benim için.
Göçü, göçmenliği, ne oraya ne de buraya ait olabilmeyi, arada kalmışlığı çok iyi anlatıyorsunuz. Nedir size bunları yazdıran, deneyimleriniz mi yoksa gözlemleriniz mi?
Hem deneyimlerim hem de gözlemlerim. Çünkü ben de bir göçmenim. Çünkü ben de bir Temmuz Çocuğuyum ve Aysu’nun defterine yazdıkları bu deneyimlerin bir ürünü. Bu kitabı yıllar önce, Ankara’dayken yazmaya başlamıştım ama devam edemedim. İlk başlarda iç sesi benimkine benzeyen Ankara’daki Aysu vardı sadece ama sonra Berlin’de farklı gözlem ve okumalar sonucunda Alman 68-kuşağı Klaus ve Süheyla gibi ikinci kuşak göçmen bir karakter ortaya çıktı.
Bu hikâyenin içinde aslında yürek burkan bir de aşk hikâyesi gizli. Sessiz sessiz ilerleyen ama bir an gelince okuyanın boğazında düğümlenen ve aslında kitabın önemli hatlarından birisi olduğunu anladığımız Süheyla ve Klaus’un aşkı. Ben açıkçası Süheyla’yı sormak istiyorum, onun içine düştüğü bu koyu kederin asıl sebebini?
Temmuz Çocukları aslında tam da bu sebepleri anlamak isteyen bir roman. İlk kuşak göçmen ailelerin Almanya’ya dair bütün korkularını üzerinde denedikleri ikinci kuşağın bir üyesi Süheyla. Kardeşi Aysu gibi iyi eğitim almamış, ergen yaşta Almanya’daki ailesinin yanına götürülmüş, genç yaşta zorla evlendirilmiş. Modern bir toplumda, baskıcı geleneklerinden henüz kurtulamamış ailesinin bütün korku ve çelişkileriyle baş etmek zorunda kalmış. Bir ara kuşak yani. Hem ailesinin dayattığı yaşam biçiminden kurtulma yollarını bilmeyen ama hem de gözü kara bir kadın. Başkaldıran bir kadın. Ama iki kültür arasında sıkışmış ve çaresiz kalmış birinin başkaldırısı bu. Asıl trajedisi de bundan kaynaklı.
Bu hikâye ağırlıklı olarak Aysu üzerinden ilerliyor ya da belki de onun üzerinden ailenin diğer fertlerine geçiş yapılıyor. Ve sanki her şey Aysu’nun içindeki boşluğun nedenlerini aramasıyla başlıyor gibi… Öyle mi gerçekten?
Roman Aysu’nun çeşitli ben’lerini tarif etmesiyle başlıyor. Bu tarifi ise yaşadığı Ankara’da, ortak deneyimlerden geçtiğini zannettiği insanlar gibi olamamanın acısıyla yapıyor. Ortak bir hikâyeye dâhil olamamış birinin acısı bu. Süheyla, nasıl ki Aysu’nun kitabın girişinde tarif ettiği dili kırık göçmen kadını temsil ediyorsa, romanın sonunda ortaya çıkan Süheyla’nın çocukluk arkadaşı Seher de taşralı kadının karşılığı Hem taşrayla hem de göçmenliğiyle sorunları olan genç bir kadın Aysu. Aşktaki başarısızlığını ama en önemlisi de aidiyetsizliğini ailesinden kopuk yaşamış olmasına bağlıyor biraz. Ama hem bu taşralı göçmen aileden hem de kendi acısından ve mağduriyetinden utanıyor.
Almanya’ya gidince ailenin her bir ferdi bir yana dağılıyor. Herkes kendi hayatına çekiliyor ve sanki aralarına duvarlar örülüyor. Bu duvarları yıkmaya çalışan tek kişi de evin annesi Şükriye Hanım. Şükriye Hanım’ın evhamları demeliyiz belki de. Öte yandan her şeyin başlangıcı da o, aileyi Almanya’ya getiren. Ve finalde görüyoruz ki Şükriye Hanım artık yok, aile Türkiye’ye gelmiş… Şükriye Hanım’ım rolünü sormak istiyorum. O, bu aile için bir tutkal görevi mi görüyor yoksa tam tersi ayrıştırıcı bir rolü mü var?
Aileyi çoğunlukla bir arada tutan annedir sanırım. Bu romandaki anne ise sürekli görünür kıldığı acısıyla, kederiyle, fedakârlığıyla çocuklarının vicdanlarına seslenerek yapmaya çalışıyor bunu. Şükriye Hanım Anadolu’dan Almanya’ya göç etmiş bir kadın olarak ilk kez başını dik tutmayı ve dünyaya erkeklerin gözüyle bakmayı öğreniyor. Ama yine bu göç yüzünden çocuklarından ayrı kalmış, travmalar yaşamış, vicdan azabı çeken bir kadın. Ancak bu travmayla yüzleştikten yani bir çeşit iç huzura kavuştuktan sonra sessizleşebiliyor.
Telefonlar sürekli çalıyor ama ya duyulmuyor ya yanıtlanmıyor ya da yanıtlansa da konuşulmuyor. Nedir bu iletişimsizliğin sebebi? Basit bir tesadüfler zinciri olmasa gerek?
Telefon her şeyden önce romanın kurgusu için önemli. Bir gerilim varsa hikâyede, bunu biraz da bu çalan ve açılmayan telefonlar aracılığıyla sağlamaya çalıştım.
Temmuz Çocukları bir yılbaşı akşamında geçiyor. İnsanların birbirlerini arayıp kutladıkları bu özel günde telefon da önemli bir yere sahip. Romandaki ailenin ruh halini, birbirleriyle olan ilişkilerini telefonla olan ilişkileriyle de açığa çıkarmak istedim. Romanda çalan ve açılmayan telefonlar, insanların niyetini simgeliyor. Aysu’nun tavrından yola çıkarak açıklayayım bunu: Aysu’nun telefonu çalıyor, ablası tarafından arandığını da biliyor. Ama açmıyor telefonu, çünkü ablasının sorunları, söyleyecekleriyle huzurunun kaçmasını istemiyor.
Son olarak, kimleri okursunuz onu sormak istiyorum. Son zamanlarda okuyup sizi heyecanlandıran ve edebiyat okurlarıyla paylaşmak isteyeceğiniz bir yazar ya da kitap oldu mu?
Çağdaş Türkçe edebiyatta önemsediğim yazarları okumayı hemen hemen hiç kaçırmıyorum. Ethem Baran o isimlerden biri. Son öykü kitabı Zira’yı tavsiye ederim. Yine Gaye Boralıoğlu’nun Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü alan Mübarek Kadınlar adlı öykü kitabını çok severek okudum. Ayhan Geçgin’in Son Adım’ı zaten unutmadığım bir roman. Yeni romanı Uzun Yürüyüş de bir o kadar heyecan verici. Barbarın Kahkahası ise Sema Kaygusuz’un okuduğum en sade ve beni en çok etkileyen romanı oldu diyebilirim.
Söyleşi: Ayfer Seher Denizli – edebiyathaber.net (11 Haziran 2015)