Meral Saklıyan: “Kadınlar için özgürlük, bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele biçimi, bir var oluş çabasıdır.”

Aralık 31, 2019

Meral Saklıyan: “Kadınlar için özgürlük, bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele biçimi, bir var oluş çabasıdır.”

Söyleşi: Münire Çalışkan Tuğ

Uzağa Gidemem; kişinin kendinden, alışkanlıklarından, yetiştirilme biçiminin yaralarından, acılarından, ağrılarından uzaklaşamama hali. Özgürce karar alamama, kendisi olamama, birilere, bir şeylere bağlı kalma, bağımlı yaşama durumu. Uzağa Gidemem, içinden ayrı dışından ayrı düşünme biçimi, söyleneceklerin susulduğu susulması gerekenlerin konuşulduğu ortamların öyküleri. Kısacası, kimse mahallenin dışına çıkamıyor. Kitabın yazarı Meral Saklıyan ile Uzağa Gidemem üzerine konuştuk.

Uzağa Gidemem bir ilk kitap. Heyecanınızı paylaşıyorum. Süreç nasıl başladı, öyküler kapınızı hangi zamanlarda çaldı, yazı evinize nasıl girdi, misafirlikleri ne kadar sürdü, onları nasıl ağırlayıp yolcu ettiniz?

İnsanın, en acılı halleriyle karşılaştığım ve sürekli onları dinlemek zorunda kaldığım bir mesleğim olduğunu daha önceki röportajlarımda da dile getirmiştim. Bir yandan hekimlik yaparken öbür yandan kitap okumayı sürdürüyordum. Her türden kitaplardı bunlar. Zaman geçtikçe ve acılar biriktikçe kabıma sığamaz olduğumu, hatta fokurdayarak taştığımı düşünüyorum. İşte o dönemlerde kaleme, kâğıda sarılmışım. “mışım,” diyorum çünkü gerçekten çok planlı programlı bir hareket değildi. Sadece anlatmak, başkalarına aktarmaktı belki. Küçük küçük notlar alıp kendimce onları öyküleştiriyordum. O sırada öykü kavramıyla tanıştım ve iyi öykü yazmanın peşine düştüm. Derken yazı atölyeleri ve dergiler girdi hayatıma. Yaklaşık on yıldır yazıyorum. İlk yazdığım metinler gözümün önünde değişip serpilmeye başladı. Bir zaman geldi ve ben onları beğenmez oldum. Dosyam iki yıl önce tamamlanmıştı örneğin. Yayınevlerine verdikten sonra o kadar uzun süre bekledim ki yazdığım öykülerin bir kısmı anlamını yitirip yine gözümde basitleşti. On iki öyküden altısını dosyadan çıkardım ve yenisini yazdım. Biraz daha bekleseydim hepsini değiştirecektim. Çok zor ve sabır isteyen bir süreçti yani.

Öykü kişilerinizi çoğunlukla kadınlardan seçiyorsunuz. Bu tercihinizi belirleyen nedir, diye sorsam…

Kadınlarla ilgili öyküler yazacağım, diye oturmadım masamın başına, ama dosyamı tamamlayınca öykülerimde en çok kadın karakterler olduğunu fark ettim ve bundan gizli bir haz duydum, diyebilirim.

Bazı öykülerinizde ikilemler içinde olan karakterler var, özellikle de kadın karakterler. Bu durum onların günlük yaşamlarını, alacakları kararları etkiliyor. Bir anlamda, kendisi olamama hali içindeler. Kısmet’te Hamiyet, Unutmabeni Çiçekleri’nde Yıldız, Nişan’da  Esra, Bekleyenin mi Var’daki anlatıcı. Nasıl kurtulacak kadınlar bu ikilemlerden,  onları ikilem içine iten nedir?

Nasıl kurtulacakları konusu çok uzun bir zamanın cevabı olduğu gibi üstünde derin derin düşünülmesi gereken bir çelişkiler yumağı aynı zamanda. Çünkü altta yatan toplumsal cinsiyet farklılığı, eşitsizliği, baskısı, etnisite, yaş, medeni durum, cinsel tercih, küresel konum… gibi nedenler kadının yüreği üzerinde çöreklenmiş oturuyor. Ne kadar uzağa gidebilirler ki…

Bazı öykülerin başına Halit Ziya’dan Karacaoğlan’dan, Leyla Erbil’den alıntılarla epigraflar koymuşsunuz. Epigraflar; ustalara saygı duruşu, anlatıyı örterek mesajı derinlere itmek, okura öyküyle ilgili  ipucu vermek gibi amaçlarla kullanılabilir. Sizin amacınız neydi?

Bu anlattıklarınızın tümü benim amacımın içinde var, diyebiliriz ama en çok ustalara saygı konusu beynimi kurcaladı, minnetimi sunmak istedim…

Kısmet’te Hamiyet; evliliğe karşı mesafelidir, kitap okur, geleneksele karşı çıkar. Az da olsa kendini kuşatan çemberin dışına çıkabilmiştir. Ne var ki gündüzün koşuşturması bitip eve gelince yalnızlık da kapısını çalar. İşte tam da bu noktada, kendi düşünceleri ile yeğeninden gelen yönlendirmeler arasında kalıyor. Hamiyet’in, yeğeninin yönlendirmeleri ile isteklerini yazıp dibine gömeceği gül ağacı aramaya çıkmasından hareketle soruyorum:

Kültürel kalıtımın izleri, aklımızın labirentlerinde dolaşırken bizi zayıf yanlarımızdan yakalayıp kurtulmak istediklerimizin içine çekmek için ortaya çıkacakları uygun anları mı bekliyor?

Kesinlikle… Uygun an, uygun zaman ve uygun ruh hali desem, kendimi daha iyi ifade edebilirim. Yazarken bunun üzerine çok düşündüm. Neden gecenin bir vakti daha derin düşüncelere dalarız, küçücük bir acizlik karşısında neden çocukluğumuza gider, kaç yaşında olursak olalım annemizi ya da babamızı ararız. Yalnızlık, çoğunlukla, neden geceleri kapımıza dayanır, gibi sorulara cevap aramaya çalışırken gördüğüm şu oldu: Kendimizi yalnız ve çaresiz hissettiğimizde kültürel kalıtımın kucağına çabucak teslim oluyoruz. Bir çeşit sığınma ihtiyacı. Güvende olma belki.

Bekleyenin mi Var başlıklı öykü görevimiz haline gelen iyiliklerimiz üzerine kuruluyor. Öykü kahramanı kendisine ihtiyaç duyulan her zaman kilometrelerce yoldan gelip desteğini sunuyor yakınlarına. Bir yandan da aile içi ilişkileri sorguluyor. “Aile neydi peki, birlikte üzülmek birlikte sevinmek değilse ne gereği vardı,(115)” diyor diğer aile üyelerinin yaklaşımlarını eleştirerek. Ben de size sorsam, aile ne peki?

Birlikte üzülmek, birlikte sevinmek bence…

Nişan, sorumluluktan uzak, ölçüsüz, sınırsız, hesapsız ilişkiler üzerine kurulu bir öykü. Temelsiz bir özgüvenin gösterisi içindeyiz çoğumuz, sonra da küçük bir açmazda kendimizi kaybediyoruz. Özgürlüğü ve özgüveni nasıl tanımlarsınız?

Kadınlar için özgürlük, bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele biçimi, bir var oluş çabasıdır. Tanımım bu değil elbette. Her kadın özgür doğar ve yaşamını erkeklerle eşit haklara sahip olarak sürdürür. Özgürlük, her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncelerine dayanarak karar vermesidir. Ahlaki özgürlük ise, insanın kendi kendinin belirleyebilmesi, ahlaki davranışı bir başkasının zoruyla değil, kendi iradesiyle gerçekleştirmesidir.

Bu bir doğa yasasıdır ya da öyle olmalıdır. Ne yazık ki toplumlarda durum bu kadar basit cereyan etmemektedir. Bireysel özgürlüklerimizin çoğunlukla toplumlar tarafından belirlendiğini hepimiz görebiliyoruz. Bir toplumun özgürlük anlayışını değiştirmek için o toplumu ilkelleştirmeniz yeterlidir çünkü. Eğer bunu becerebilirseniz toplumun özgürlük algısı hemen değişecektir. Bu da bireysel özgürlüğü etkileyecektir. Somutlaştırılmış özgürlük olmadığı zaman sosyolojik açıdan kaotik bir durum kaçınılmazdır. Bu nedenle özgürlük kavramı üzerinde durmak toplumların birincil görevi olmalıdır.

Özgüvene gelince, adından da anlaşılacağı üzere “öz” ve “güven” kelimelerinin birleşmesinden oluşur. Kısaca; kişinin kendi özüne güven duyması durumudur. Çünkü her insanın bu hayatta bir birey olmak ve kendini gerçekleştirmek gibi bir misyonu vardır. Hepimiz, bunu sağlamak için mevcut yeteneklerimizi keşfedip potansiyelimizi hayata aktarmaya ihtiyaç duyarız. Tabii özgüvenimiz varsa. Bu bağlamda kendimizi yakından tanıyıp bir içgörü geliştirmemiz şarttır.

Ateşböcekleri’nde şizofren bir bireyin hezeyanları üzerine kuruluyor anlatı. Benim de favori öyküm. Noktanın çok az kullanıldığı, virgüllerle ilerleyen bir öykü. Kimyası bozulan bir beyin nasıl çalışıyor, neler üretiyor, dedirtiyor okura.  Bu öykünün meselesini, sizi bu konuyu işlemeye iten sebepleri bizimle paylaşır mısınız, desem…

Bilinç akışı tekniğini yeni öğrendiğim dönemlerde kişilik bozukluğu olan birini yazmanın bu tekniğe daha uygun olabileceğini düşünüp psikiyatri kitapları okumaya başladım. Psikiyatrist bir hocamla buluştum ve bu insanların hayatları hakkında sorular sordum. Bu konuyla ilgili birkaç film izledim. Bu bağlamda üzerinde çok çalıştığım çok kafa yorduğum bir öyküdür Ateş Böcekleri ve benim için de oldukça özeldir.

Tuz, en yakınımızdakilerin, her gün yanından geçtiklerimizin, bir türlü iletişim kuramadıklarımızın, iletişim kurmaktan kaçındıklarımızın, onların sessiz çığlıklarına kulak tıkayışımızın öyküsü. Tuz istemeyi bahane ederek kapımıza gelip “Babamı öldürdüm,” diyen kadının yardım çığlığını neden duymuyoruz, duymak istemiyoruz?

Hepimiz en çok kendimizle meşgulüz çünkü. Çok işimiz var, hiç zamanımız yok ve önyargılarımız hayatımızın ortasına bağdaş kurmuş, direksiyonu elden bırakmıyor. Bizler de önyargılarımıza teslim olup yaşamayı seçmişiz. En kolayı bu çünkü.

Hamam, bir hesaplaşma, hatalardan arınma öyküsü. Zamanda geri zıplamalar çokça kullanılıyor teknik olarak. Bu geriye gidişler, kahramanın mutlu ve güvenli geçmişine duyduğu özleme, içinde bulunduğu olumsuzluklardan kurtulma çabasına işaret ediyor. Ne dersiniz, insan duvarlara çarpa çarpa mı öğreniyor yaşamı, kendimizle yüzleşmek çocukluğun güvenli sığınağına mı itiyor bizi, belki de ana rahmine? Ya çocukluğu güvenli olmayanlar?

Kendimizle yüzleşmek kolay bir şey değildir aslında. Kendi hayatının sorumluluğunu alamamış, sürekli başkalarını suçlayarak yaşayan insanlarla dolu ortalık. Ben yapmadım o yaptı, onun yüzünden oldu, gibi. Hayatımızın sorumluluğunu almadığımız, kendimizi deşip onunla yüzleşmediğimiz sürece hiçbir yer güvenli olmayacaktır, ne bizim için ne de başkaları için.

Uzağa Gidemem sizden çıkıp okurla buluştu. Önümüzdeki süreçte neler okuyacağız sizden? Gelenektir, masada ne olduğu sorulur hep.

Bir öykü ve roman dosyası üzerinde çalışmaya başladım ama kat edilmesi gereken çok uzun bir yol, okunması gereken birçok kitap, ayrılması gereken çok geniş bir zaman dilimine de ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Bakalım zaman neyi gösterecek, bekleyip görelim…
Kitap üzerine sorulacak pek çok soru var kuşkusuz. Şimdilik bunlarla yetinip verdiğiniz samimi yanıtlar için teşekkür ediyorum. Yolu açık olsun. Uzağa Gidemem, çok uzaklara gitsin, çok okurla buluşsun, ona çok soru sorulsun…

Çok teşekkür ederim. Sorular harikaydı. Kaleminiz daim olsun…

edebiyathaber.net (31 Aralık 2019)

Yorum yapın