Söyleşi: Gamze Erkmen
Senarist ve yazar Meriç Demiray’ın kaleme aldığı ilk romanı Kırmızı Bir Ölüm, geçtiğimiz nisan ayında, hep kitap etiketiyle yayımlandı. Kurgu, en özet haliyle, ünlü bir dizi oyuncusu olan Kahraman Odabaş’ın kırk yaşından sonra kendini tam ortasında bulduğu bisiklet yolcuğunda başına gelenlerle birlikte, geçirdiği dönüşümü anlatıyor. Meriç Demiray ile Kahraman’ı, yani yolculuğu sırasında geçmişine rastlayan, hayatından, işinden, ilişkilerinden umudunu kesmiş bu karakterin özünde okurlarına neler anlattığını konuştuk, senaristliği ve yazarlığı üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
İlk romanınızın okurunun bol olmasını dileyerek söze başlamak istiyorum. Kurgu başlar başlamaz, başkarakter Kahraman’ın biraz uçarı, kendisinden, hayatından, ilişkilerinden bıkmış, kırk yaşına gelmiş olsa da arayışlarının bitmediğini gördüğümüz bir karakter olduğu dikkat çekiyor. Birlikte olduğu kadının eski kocasına yakalanmamak için evin balkonundan atlayıp da bir bisikletle kaçmaya başladıktan sonra kendini durduramayıp tüm Ege’yi gezmeye başlayan bu karakteri yaratma aşamanızı ve amacınızı anlatabilir misiniz? Sizce kim, nasıl biri Kahraman Odabaşı?
Aslında birçoğumuz gibi, gençliğinin bir döneminde idealizm ve mesleki heyecanlarla hareket etmiş, sonra bir konfor alanının içine girince tembelleşmiş, gelişmeyi bırakmış bir adam. Kırk yaşa özgü kafa karışıklığına sahip. Gençliğinde hayal ettiği hemen hiçbir şey olamamış ve bu yüzden topluma karşı bir öfke duymaya başlamış.
Kurgunun kişinin kendine yaptığı yolculukla birlikte, aynı zamanda bir baba-oğul ilişkisi çerçevesinde şekillendiği görülüyor, Kahraman’ın oğluna yazdıkları içerisinde babasıyla aralarındaki geç kalmışlıklarının hissettirdiği o eksiklik duygusu hissediliyor. Kurgunun vurucu sonu ise bir de kardeşlik kavramını devreye sokuyor. Aile ilişkilerinin de irdelendiği kurguda, yan karakterlerden birisinin, “Aile cehennemdir” deyişi hakkında siz ne düşünürsünüz? Romanı kurgularken, günümüz şartlarında, hele ki bir oyuncunun hayatından yola çıkarak, aile kurabilmekten ziyade gerçek bir aile olabilmek kavramını da işlediğinizi kabul edebilir miyiz?
Geleneksel aile, sizi vasata, ortalamaya, “kabul edilebilir”e doğru çeker ve genel geçer muhafazakâr ilişkilerin, duyguların, hatta inanışların içine sokar. Bunu size bile sezdirmeden yapabilir. Bu açıdan aile cehennem, evet. Ama bunun karşılığı yalnızlık değil kesinlikle. Günümüzde aile yenileniyor, muhafazakâr bağlamlarından kurtulmaya başlıyor ve demokratikleşiyor. İnsanlar aile dışı alanlarda da bir araya gelmeye başlıyor. Romanda biraz da bu iki bir araya gelişin arasında kalmış bir yalnızlık durumu var. Geleneksel bağlarından kopabilecek kadar “çağdaş” ama yeni ilişkilenmelerin içinde var olamayacak kadar da eskide kalmış bir adam Kahraman. Hemen hemen hepimiz gibi yani.
Başkarakter pek çok bölümde, geçmiş ve günümüz siyasetine ilişkin söylemlerde bulunuyor. Hatta Kahraman’ın babasının Kuşadası’nda “Reis” olarak anılmasından, şu cümlelere kadar bugünün siyasileri ve yaşanılan tutarsızlıklar akıllara geliyor: “Her ne kadar CHP kökenli olsa da laf söz olur, rakipleri aleyhine kullanır diye ortalık yerde içmiyordu. Sigarayı sanki yanındaki adam içiyormuş gibi onun önündeki kül tablasına koyuyordu.” Romanınızdan önce yayımlanan Rocky, Cohen ve Muhsin Bey’den Örneklerle Hayatım, isimli öykü kitabınızda da tıpkı romanınızda olduğu gibi siyasetin okunabildiği öyküleriniz mevcut. Siz bir senarist ve yazar olarak, bir şekilde söylenmesi gerekenlerin yalnızca siyasetle değil, edebiyat eserleri aracılığı ile de söylenmesi gerektiğine inanıyor musunuz ya da bu konu hakkında yazar olarak bir sorumluluğunuz olduğunu düşünüyor musunuz?
Günlük siyaset istemediğimiz kadar hayatımızın içinde maalesef. Tüm düşünceler, inanışlar ve ilişkiler günlük siyasetin gerilimi üzerinden tekrar kuruluyor. Toplumun iki kutbu arasında geçişgenlik neredeyse sıfırlandı ve bunlardan bahsetmeden bugünkü Türkiye’yi anlatmanın bir yolunu ben göremiyorum. Çok minimal, ayrıntılara dayalı bir edebiyatla bu mümkün belki ama o da -bir Oğuz Atay değilse- bana heyecan vermiyor.
Kurguda, başkarakterin ünlü bir dizi oyuncusu olarak kurgulanmış olması sebebiyle “şöhret” kavramının eleştirisi de satır aralarında oldukça dikkat çekiyor. Bence, başkarakterin, çok tanınmış oyuncuların bile bir süre televizyondan uzak kalmalarıyla birlikte tanınırlıklarının azalması neticesinde bütün konservatuvar eğitimlerinin artık bir anlamının kalmadığına ilişkin söylemleri, bunlardan en çok dikkat çekeni olduğu söylenebilir. Kurgunun temelinde yer alan “arayışın”, aslında bu “unutulmuşluktan” kaynaklandığını söyleyebilir miyiz?
Şöhret ya da başarı, kendini geliştirmek, amaçlarına ulaşabilmek için bir imkân olarak kullanılırsa sizi hızla gideceğiniz istasyona götürebilir. Bizim çevremizdeyse içinde güvenle, sonsuza kadar yaşanabilecek çiçekli bir bahçe gibi görülüyor. Zamanla, renkler silinmeye, etraftaki gülen yüzler azalmaya ve koruyucu duvarlar birer birer yıkılmaya başlayınca öfkeleniyor, ya sisteme ya halka ya sektöre, bir şeylere öfke duymaya başlıyoruz. Kahraman da buna yakın bir yerde, ama pedala bir kere basınca içinde bir potansiyel duyumsuyor ve geçmişin düğümleri gösterdiği cesaret sayesinde çözülmeye başlıyor.
Kurguda mekân seçimi neredeyse tüm Ege’yi kapsıyor. Adatepe Köyü ile başlayan yolculuk Olimpos’a kadar gidiyor. Okur başkarakterin yaşadıkları ile birlikte, gittiği yerler hakkında da oldukça bilgi edinebiliyor. Kuşadası da kurgu içinde büyük yer tutuyor. Kuşadası’nı ve bu bölgeyi seçmenizin sizin büyüdüğünüz yerin de burası olması ile bir ilgisi olabilir mi? Daha genel anlamda sormam gerekirse, bu bölgeyi seçmenizin sebebi neydi?
Evet, Kuşadası’nı büyüdüğüm yer olduğu için tercih ettim. Bir yeri yazarken sokak sokak bilmek, oradaki insanın haline tavrına, psikolojisine, sosyolojisine nispeten fazla hâkim olmak önemli. Ama bölgeyi seçmemin temel sebebi bu karanlık yol hikâyesine güzel bir fon oluşturmasıydı. Kapanmış yazlık dükkânlar, kış alışkanlıklarına dönmüş insanlar, ters çevrilmiş, birbirine bağlanmış sandalyeler, ılık rüzgâr, karanlık bir gökyüzü ve dalgalar. Turistik yerlerin kış halleri belki oralarda büyüdüğümden, benim için hep şiirsel ve etkileyici oldu.
Sosyal medyanın insanları aslında asosyalleştirdiğine ilişkin Kahraman’ın cümleleri dikkat çekiyor. Özellikle yeni neslin birbiriyle yüz yüze iletişim kurmaktan ziyade sosyal medyayı kullanmasını kurgudan bağımsız olarak, bir yazar olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce aynı zamanda bir reklam aracı olarak da kullanılan sosyal medya ve popüler kültür günümüz edebiyatını nasıl etkiliyor?
Sosyal medyada personalarımızla bulunuyoruz. Yani idealize ettiğimiz kimliklerimizle. Olduğundan daha güzel / yakışıklı, politik olarak cesur, lafı gediğine koyan, özel hayatında sorunlar bulunmayan ve yılın önemli bir bölümünü “çay qeyfi” ve tatil yaparak geçiren bir karakteri oynuyoruz aşağı yukarı. Bize sosyal medyadan başkaları tarafından sunulan bu personalara da zamanla inanıyoruz. Aynı kişilerle gerçek hayatta karşılaşınca, yaşamakta oldukları problemleri, geçirdikleri zor süreçleri öğrenince minik şoklar yaşıyoruz. Geçenlerde selfi çeken kalabalık bir topluluk gördüm. Çekim anındaki gülümseyiş ve neşeyle çekimden sonraki sessizlik ve mutsuz yüz ifadeleri öylesine tezattı ki bir çeşit distopyada yaşadığımızı düşünmeye başladım.
Arzın artışı görünürlüğü azalttı. Bugün yeni çıkan bir romanı insanlara duyurmak, görünür kılmak, eskisinden çok daha zor. Çünkü her gün onlarcası yayımlanıyor. Okur ister istemez adını bildiği / duyduğu yazarlara yöneliyor. Öte yandan büyük romanlara, edebiyat / sanat bilgisine ulaşmak eskisinden çok daha kolay, hatta bu açıdan bakınca dünyada sessiz, kültürel bir devrim yaşandığını düşünmekteyim.
Başkarakter Kahraman, geçmiş yıllarda bir televizyon dizisi olarak yayımlanmış olan Aşk Oyunu dizisinin “Kurti” karakterini oynadığından bahsediyor. Gerçekten 2005 yılında yayında olan bu dizide böyle bir karakterin varlığını biliyoruz. Pek çok dizi ve filminiz olmasına rağmen özellikle bu diziye ve karaktere kurgunuz içerisinde yer vermenizin özel bir sebebi var mı?
Kurti dizide devrimci bir babanın it oğluydu. Hem rolü oynayan arkadaşımız Aydoğan Oflu’yu kaybettiğimiz için hatıra olsun diye hem de oyuncuların zaman zaman bilgi birikimlerine, yaşadıkları güncel zorluklara tezat bu tarz roller oynamak zorunda kalma durumlarını anlatabilmek için, o çelişkiyi iyi taşıyabilen bir karakter olduğu için Kurti’yi kullandım.
Başkarakterin yıllar sonra keşfettiği bir Ahmet Telli dörtlüğünü bu söyleşimizi okuyacaklarla da paylaşmak istiyorum: “Ve herhangi bir şeyle eşit olmaksızın / Yollara düşülmeli habersiz ve sessiz / Çürük bir diş gibi kanırtıp kentleri / Dünyanın ağzını kanlar içinde bırakmalı.” Gerçekten etkileyici olan bu dörtlüğe kurgunuz içinde de yer vermiş olmanız iyi bir şiir okuyucusu olduğunuzun göstergesi olarak kabul edebilir miyiz? Okumayı sevdiğiniz diğer şairleri ya da şiirlerin isimlerini bizimle paylaşabilir misiniz?
Romanda en çok Arkadaş Özger etkisi var. Kahraman son hamlesini yapmadan önce bir Arkadaş Özger şiiri okuyor. Kitabın adı da onun bir şiirinden alıntı zaten.
Yolculukla ilgili bir şey anlatılıyorsa Ahmet Telli mutlaka anılmalı diye düşündüm. Kendisi “kent”, “yolculuk” ve “gitmek” kelimelerinin en güzel kombinasyonlarını sundu bize.
Çok iyi bir okuyucu olduğumu iddia edemem ama bir şey keşfedince ona tutkuyla sarılırım. Bugünlerde Turgut Uyar’ı Göğe Bakma Durağı’nın ötesinde keşfediyorum mesela ve onun karanlığında, melankolisinde bana ait bir şeyler buluyorum. Bu bana heyecan veriyor.
Senaryo, öykü ve roman türlerinde eserleriniz var, bu soruyu okumaktan çok yazmak bağlamında sormak istiyorum; yazarken en çok keyif aldığınız türün hangisi olduğunu, nedeniyle birlikte açıklayabilir misiniz?
Senaryo daha çok yapıyı kurarken ve bitmiş işi izlerken keyif verir. Çünkü edebi eser değil, öykünün çekilebilmesi için bir yol haritasıdır. Eğer doğru yerlerde geziniyorsanız, öykü kendi meselelerinizi tartışma imkânı yaratmışsa, sizin için önemli bir zamanı, kişiyi ya da ayrıntıyı tekrar kurma fırsatı önünüzde duruyorsa, ya da içinizde varlığını çok bilmediğiniz bir şeyleri açığa çıkarma imkânı veriyorsa roman ve öykü daha yazarken büyük keyif verir.
Senaryo, öykü ya da roman yazarken yazarlığınıza yardımcı olması için birden çok defa okuduğunuz kitaplar var mı? Bunun yanında, varlığını çok önemli kabul ettiğiniz yazarlar / kitaplar kimlerdir / hangileridir?
Senaryo yazarlığında Syd Field’ın Alfa’dan çıkan kitabının çok önemli olduğunu düşünüyorum. 98 yılında şükür ki kitabın orijinalini senaryo yazarı arkadaşım Barış Erdoğan Robinson Crusoe kitabevinden almış. Mesleki yolculuğum boyunca bana hep rehber oldu. Bunun yanında Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Yazarın Yolculuğu, Masalın Biçimbilimi ve Mühürlenmiş Zaman tabii.
Öykü ve roman yazarken sevdiğim birçok yazarın yazmakla ilgili serüvenlerini, bakışlarını anlattıkları kitapları okudum. İlk aklıma gelenler Le Guin, Pamuk, King, Murakami. Bunlardan çok faydalandım.
Son olarak, Kırmızı Bir Ölüm senaryolaştırılmaya oldukça uygun bir altyapıya sahip göründüğü için sormak istiyorum; romanınızın senaryosunu yazıp filmini çekmeyi düşünüyor müsünüz?
Çok sevdiğim oyuncu ve yönetmen arkadaşlarımdan böyle geri dönüşler alıyorum. Umarım bir gün hayata geçirme fırsatı buluruz. Harika olur tabii.
edebiyathaber.net (4 Temmuz 2018)