Mert Erez: “Bir yerde geriye sadece anlatacağınız hikâyeler kalıyor.”

Aralık 28, 2020

Mert Erez: “Bir yerde geriye sadece anlatacağınız hikâyeler kalıyor.”

Söyleşi: Abdullah Ezik

Hep Sociedad Yüzünden başlıklı yeni kitabı Holden Yayınları’ndan çıkan Mert Erez ile edebiyatı, futbol yazarlığı, spor dünyasının arka planında yaşananlar, belgesel çalışmaları ve gelecek projeleri hakkında konuştuk.

Hep Sociedad Yüzünden, yayımlanan ikinci kitabınız. Bu kitabınızda okuru bambaşka bir mecraya, doğrudan spor dünyasının içerisine çekiyorsunuz. Kitaptaki metinler de “futbol” odaklı bir konsept etrafında bir araya geliyor. Peki bu kitap fikri nasıl doğup gelişti?

Futbol, okuma yazmayı öğrendiğim yaşlardan itibaren üzerine bir şeyler karaladığım dallardan biriydi. Küçükken, kasabaya spor üzerine ne geliyorsa, dergi veya gazete, toplayıp okurdum. Onların resimleriyle, kendi dergimi çıkarırdım. Tek nüsha. 🙂 O yaşlarda başlayan sporun Türkiye’de hiç konuşulmayan tarafları üzerine düşünme deneyimi, ulusal dergilerde spor yazarı olmayla devam etti. Fitbol ile başladığım profesyonel yolculuğumda karaladığım spor öykülerini Hep Sociedad Yüzünden kitabında paylaşmak istedim.

Futbola olan tutkunuzun çok küçük yaşlarda başladığı, bunun sizin için zamanla bir kariyere dönüşmesinden de anlaşılıyor. Peki bu tutku nasıl başladı, futbol sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Türkiye’de futbol hastası bir babayla büyümeyen çocuk sayısı pek yok. Hasta Beşiktaşlı bir baba ve iyi bir Galatasaraylı abiyle geçirdim çocukluğumu. Annem de bütün maçları bizimle izler ya da maçlar üzerine konuşabilirdi. Babamla çok uzun zaman geçiremedik ama birlikte geçirdiğimiz zamanların hepsinde ortak nokta futboldu. Birlikte maça gider, birlikte maç yapardık. Hasta yatağında bile, “Babam ve Oğlu” hikâyesinde bahsettiğim gibi konuşabildiğimiz tek şey futbol olurdu. Ne kadar futbol oyunu varsa oynar, ne kadar maç varsa izlerdik abimle de. Bu kadar çok haşır neşir olduğunuz bir şeyi zamanla öğreniyor ve öğrendiklerinizi anlatmak istiyorsunuz.  Yani eskiden “ya bu boş işlerle para kazanamazsın.” anlayışı vardı. Futbolla çok ilgilendiğim zamanlarda öğretmenlerim tarafından bana da söylendi bu. Ama ben futbol üzerine de bir kariyer yapabildim. Bunu futbolsever bir aileye ve dergi, kitap alabilmek için para istediğimde hiçbir zaman yok demeyen bir anneye borçluyum.

Kitaba paralel olarak Fitbol Dergi ve Galatasaray Dergisi’nde de uzun süre futbol yazarlığı yaptınız. Aslında birbirine yakın konular etrafında farklı türlerde bir üretim demek bu. Peki bu noktada sizin için kurguyla gazetede yazmak arasında ne tür farklar var?

Aslında hiçbir zaman bir dergide, bir gazeteci gibi çalışmadım. Yazdığım yazıların hepsi, Didem Dilmen ve Can Durukan gibi edebiyatla ilgili editörlerin onayından geçtiğinden satan ya da prim yapan yazılar yerine, futbolun kimsenin ilgilenmediği, daha hikâyeli taraflarına bakmama fırsat verdiler. Ben her zaman Fitbol’a hikâye gönderdim. Hiçbir zaman haber yapmadım, ilgilenmedim ya da kovalamadım bunu. Onlar da dergi olarak hiç kimseden talep etmediler. Galatasaray ise benim küçücük bir çocukken alıp okuduğum bir dergiydi. Çok önemli bir yeri vardı bende. Oraya Galatasaray’ın futbolcularına dair daha romantik yazılar yazmaya çalıştım. Kurgu ya da gerçek olan ne varsa hepsi hikayeydi. Hikâye olmasa bile, ben öyle yazıyordum.

Kitabın ilk metni olan “… Üzücü Hikâyesidir”, cinsel yönelim, ırk, dil, tutku, aile gibi birçok farklı meseleyi gündeme getiriyor. Bunlar bugün dahi aşılamamış köklü sorunlar. Güncel bir örnek olarak PSG-Başakşehir maçında olanlar da hatırlanabilir. Peki özellikle spor müsabakalarında sıklıkla gündeme gelen bu konu, sporcuları nasıl etkiliyor? Size nasıl ilham oluyor?

Açıkçası sporcularla, futbolcularla çalışmış biri olarak onların üzüntülerine yakından tanıklık ettim daha önce. Bu nedenle, özel hayatlarıyla ilgili ya da ırklarıyla ilgili bir sorunla karşılaştıklarında yaşadıkları üzüntüleri görebildim. Ama öncelikle bu bir insan hikayesi. Futbolcular robot değiller sanılanın aksine. Bu nedenle futbolcu değil insan gözüyle baktım hepsine ve bir insan olduğu gibi kabul görmezse ne olur diye düşündüm. Ama ırkçılık bir futbolcuya yapıldığında daha fazla konuşulur. Bu kameranın orada olmasıyla ilgili. Onların hikayeleriyle herhangi bir insani meseleyi gündeme almak daha kolay ve okunası herkes için. Bu yüzden onlar üzerinden anlatılanlarla belki daha ulaşabilir olur bu sorunlarla karşılaşan insanlar. Irkçılık bundan yüz yıl önce de insan ayıbıydı, hala öyle. İnsanlar değişmedikçe futbol değişmez. Normal hayatta ırkçılık bir gün biterse, futbolda da biter ve bir insan herhangi bir farklılık nedeniyle üzülmezse, futbolcu da aynısını yaşar. Bana ilham olan kısmı, hepimizin bildiği gibi insani tarafı. Onları anlatabilmemi sağlayan şey, birilerinin bize bu hikayeleri göstermiş olması. Kamera futbolcunun yanında. Benim yaptığım, onların birer insan olduğunu hatırlatmak. Magazin malzemesi olmaktan ziyade.

Aslında kitaptaki metinler bir şekilde birbirine bağlanan, benzer meselelere farklı bakış açıları getiren metinler. Bu noktada, satır aralarında bunca paralellik içeren bu farklı metinleri bir araya getirirken nasıl bir yol izlediniz?

Bu 5 yıllık bir süreç. Kitap olsun diye yazmadım ama aynı dergiye yazıldıkları için belirli bir süreçte devam ettiler. Her ay bir yazı yazdım. Futbolun aslında insanlar tarafından oynandığını ve insani duyguları anlattım.  Bu metinler bakış açımı çevirdiğim yönde gördüklerimden çıktı.

Metinlerde özellikle mutlulukla hüzün arasında çok sık gidip gelen, okuru bu iki kutup arasında daimî bir gezintiye çıkaran bir atmosfer var. Sözgelimi “Hep Sociedad Yüzünden” de “Lütfen Tekrar Deneyiniz” de “Babam ve Oğlu” da bu tür anlatılardan. Peki bu iki kutup arasındaki geçişleri nasıl sağlıyorsunuz? Hayatı nasıl tanımlarsınız?

Mutluluk da hüzün de oldukça yeni ve eski duygular. İkisi de uçup gidiyor bir yerde geriye anlatacağınız hikâyeler kalıyor. Bu duygular arasında geçiş yapmak bana zor gelmiyor. Çünkü birbirlerine yakın duygular. Aslında futbolsever biri için ikisi arasında sadece birer saniye olabiliyor. Futbol size bunu öğretiyor. Önce bir gol yersiniz ve o maç için her şey bitti sanırsınız ama santradan sonra gol atarsınız. Hayat da böyledir. Hem aynı hem farklı hikayeler içinde çok kısa sürelerle bu duyguları tadarsınız. Hayat bu iki duygudan çok daha fazlasına sahne olur. Futbol çoğunlukla ikisine. Bazen korkuya ya da acıya. Ama hayat bu kadar basit değildir. Top nereden gelir, nereye gider az çok kestirirsiniz futbolda. Hayatta asla kestiremediğiniz şeyler olur, onu bu kadar vazgeçilmez yapan budur.

Güçlü bir anlatıcı olduğunuz meseleleri ele alış bicimizden ve anlatı tercihlerinizden hemen anlaşılıyor, ki aslında oldukça güç bulunan özellikler bunlar. Peki bu anlamda Mert Erez’in anlatılarındaki bu güç nereden geliyor? Okuma ve yazma süreçleriniz nasıl işliyor?

Teşekkür ederim. Birçok şeyden. Olabildiğince fazla şeyle ilgiliyim. Bu konsantrasyon anlamında kötü ancak hepsinden alacağınızı aldığınızda konsantre olabilirseniz inanılmaz. İşin doğrusu ben sinemacıyım. Aslında anlatım tarzımı örnek aldığım yer sinema her zaman. Eğitimim sinema, film izleyerek geçirdim hayatımı. Yaptığım her şeyi yaparken aslında bir film gözümün önüne getiriyorum. Bir maçsa bu evet o da bir film. 90 dakika. Giriş, gelişme ve sonuç. Bir filmde ne varsa orada var. Bir yazıysa bu, yazarken bir film yazıyorum aslında. Okuma sürecim de genellikle sinema üzerine. Ya da hikâye anlatma üzerine şeyler. Bir maç, eğer iyi bir film değilse, orada bulunan insanların hikayesini anlatmıyorsa bize, hiçbir şey değildir. Bu yüzden bir futbolcunun hikayesi benim için insan hikayesidir. O insan da hikayesini anlattığımız bir karakter. Roman okuyorum bunların dışında. Futbol üzerine okuyorum. Gözlemliyorum. Futbolu, bir ülkenin genel meselelerinden ayrı tutmuyorum. Ülkeyi gözlemleseniz bile o ülkenin futbolu hakkında zaten her şeyi bilirsiniz. Ya da sadece futbolu gözlemleseniz, o ülkeyi tanırsınız. Tüm bu anlattıklarımın hepsini yazılarımda kullanmaya çalıştım.

Futbol, en basit hâliyle 90 dakika süren bir şovdan ibaret aslında. Ancak siz bu şovu farklı yönleriyle ele alarak ortaya çok daha uzun soluklu bir yapı çıkarıyorsunuz. Peki bu şovun arka planında neler olup bitiyor?

Bir ülkede ne varsa o oluyor aslında ve futbol ne yazık ki her ülkede şov değil. Şov kültürü olan bir ülkede futbol bir şovdur. Türkiye gibi ülkelerde futbol çok daha fazlasıdır ya da azıdır. Yani şunu söylemek isterim, biz izleyen ve sonra kalkıp giden bir halk değiliz. Şov böyle bir şey değil midir? Tiyatro biter ve gidersin. Bizim gibi ülkelerde hakeme asla güvenemezsin. Çünkü ülkende kimseye güvenemezsin. Bu bile bu şovdan tat almanı engeller. Bizim gibi ülkelerde her şeyi bildiğini sanırsın ve bu şovu izlerken sürekli konuşursun. Şov biter ve sonra o şovun öyle olmaması gerektiğini konuşursun. Kavga edersin, durmadan küfredersin. Bunlar bu ülkede bu şovun arka planında olanlar ve şov olmaktan çok uzaklaştırıyor futbolu. Bu ülkede futbol her şey olabilir. Ama sadece izlenip geçilen bir şov asla olamaz.

Futbol dediğimiz bu şovun arka planında yaşananlar, sahneye nasıl yansıyor?

Sahneye yansıyanlar, çoğunlukla sahnedekilerden değil onu izleyenlerden kaynaklanıyor. Taraftar kavga ediyor ve futbolculardan bunu bekliyor. Sahaya yansıyan bu oluyor örneğin. Bizde, sıradan hayatta, insanların aslında ne olduğuyla kimse ilgilenmez. Bir futbolcu topa iyi vuramıyorsa gözden düşer. Ama dünya biraz daha farklı. Başka ülkelerin futbolunda “kanser hastası bir çocukla arkadaş olup onu kaybettiğinde sahada hüngür hüngür ağlayan bir futbolcu” her yerde haber olur. Bizde haberlerde göremezsiniz. Ben nerede insanlık görürsem onun yansıyan taraflarını almak isterim. Sahneye bir film koymak çok zor Türkiye’de. Bir futbolcunun belgeselini çekiyorum şu sıralar. Yıllar önce yaptığı bir hata yüzünden şampiyonluk kaybettiren bir kaleci olduğuna inanılıyor ve hala küfreden insanlar var adama. İnanılmaz bir şey. Bunun gibi şeyler arka planda olduğu için sahneye güzel film koymak biraz zor ve gerçekten çok farklı düşünmelisiniz. Başka türlüsü zor buralarda.

En basitinden Maradona’nın, Messi’nin, Ronaldo’nun hayatlarına bakıldığında aslında bu isimlerin hayatlarında birçok sarsıcı hikâyenin yer aldığı görülür. Siz de bu meseleyi kimi metinlerinizde farklı şekillerde gündeme getiriyorsunuz. Peki futbol, sözgelimi Afrika’daki, Güney Amerika’daki insanlar için ne tür anlamlar ifade ediyor?

Dediğim gibi her ülkenin futbola bakışı farklı. Afrika’da bir futbolcunun başarılı olması, yıllar sonra dönüp o ülkeye okul yaptırması demek. Güney Amerika’da bir futbolcu başarılı olursa, uyuşturucu satıcısı olmaktan kurtulursunuz. Avrupa’da futbol kimsenin izleme ve takım tutma ihtiyacından fazlasını karşılamaz. Birkaç fakir çocuk vardır belki hayatını kurtaran. Ama Afrika’da futbolla hayata tutunmak vardır. Yani orada bir takım tutmaktan ziyade, izlemekten ziyade oynamak önemlidir. Ya da oynayanı desteklersiniz ki bilirsiniz o sizi unutmazsa ülkeniz yeni bir okula kavuşacak.

Arka planında sizi sarsan, üzerinizde ciddi bir iz bırakan futbolcu hikâyeleri var mı acaba?

Var. Bunları kitapta anlattım ama bazılarının da şu an belgesellerini çekmeye çalışıyorum. Dilerim belgeselleri de yakında seyredersiniz.

Yazarlığınızın yanı sıra sinema ve gazetecilik sektöründeki çalışmalarınız da önemli. Mert Erez, bundan sonrası için kariyerine nasıl devam edecek?

Yönetmenlik yapmaya devam etmek hayattaki en büyük amaçlarımdan biridir her zaman. Yazacağım yine ama sinemayla birlikte yaşamaya devam etmek istiyorum. Film çekemediğim zamanlarda yaptığım her şeyi bir film çekiyor gibi anlatmaya devam edeceğim.

edebiyathaber.net (28 Aralık 2020)

Yorum yapın