Merve Koçak Kurt: “Bıraktığımız izler kadarız.”

Temmuz 20, 2017

Merve Koçak Kurt: “Bıraktığımız izler kadarız.”

Söyleşi: Yusuf Çopur

Yazar Merve Koçak Kurt, ilk kitabı Ellerin Mavi Kelebek’ten sonra rüya ve yol üzerine “kurduğu” öykülerinden oluşan Oysa Rüyaydı isimli ikinci kitabıyla öykü yolculuğuna devam ediyor. Kırgın bir yalnızlığın, küskün ama yürekli bir suskunluğun ağır bastığı –yazı– yolculuğunda okuru yine simgesel bir dil ve metaforlar bekliyor. Ancak yazarın “rüya”sına eşlik eden bu dil, ilk kitabına göre daha arı-duru bir dil. “Yazmaktan büyük rüyam yok!” diyen Kurt’la son kitabını konuştuk.

Kitabınızı “okur”a ithaf etmişsiniz. Sizin için okur ve yazar arasındaki ilişki ne ifade ediyor?

Okur ki yazar için hitabının muhatabı, sesinin yankısı, yazdığının aynasıdır. Suya eğilen Narkissos’unkinden farklı bir “ayna”dır bu. Kelimelerinizin vücut bulduğu kitabın her bir okurda gördüğümüz sureti diğerinden ayrıdır. Sesimizin her bir okurdaki yankısı da öyle…

Kitabımı “Okur”a değil “Sevgili Okur”a ithaf etmiştim aslında. Eskiden beri, yazdığım metinleri bir tür mektup ve okuru da onun muhatabı olarak görmüşümdür. “Sevgili Okur!” diye başlayan birçok metin kaleme aldım şimdiye dek. Okur’un önündeki sıfat, onun yazar için ne kadar kıymetli olduğunun bir nişanesidir. Oğuz Atay’ın o meşhur sorusundan mülhem. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diye sorduğu okur. “Siz hikâye diye yazarsınız, o bir başkasının gerçeği olur.” diyen okur.Yüzünü görmediğim, sesini duymadığım, c/ismini bilmediğim ama “varlığıyla” her daim yazarı “izleyen” ve onun “yanında” olan okur…

Öykülerinizde parçalı anlatımlar, kronolojik ilerlemeyen kurgular var. Bunun yazdıklarınıza katkısı nedir?

“Zaman” kavramına bakışımla ilgili bir durum metinlerimin parçalı oluşu… Dün-bugün-yarın’ı tek bir “an”da var kılan bir anlayışla yazmaya çalışıyorum. Aslolanın “an” olduğuna inanıyorum çünkü.

Sinematografik ögelerin yer aldığı öyküler var kitapta. Zamanın kullanılış biçimiyle paralel ilerleyen öyküler…

Klasik bir zaman algısıyla yazsaydım “giriş, gelişme, sonuç” hâlinde ilerleyen metinler yazardım. “Gerçek zaman”dan ziyade “kozmik zaman”ı önemsiyorum yazarken. Flaşbekler de ayrıca önemli benim için: Hatırlayışlar, anı sayışlar, gidişler, gelişler, geri dönüşler…

Yaşadığımız hayatı nasıl yaşadığımız ve kavradığımızla da ilintili yazdıklarımız. İçinde bulunduğumuz “an”ın içine aynı anda hem geçmişi hem şimdiyi hem geleceği sığdırabiliyoruz/ doldurabiliyoruz. Aynı anda birçok şey gerçek’leşebiliyor. Zihnin yanılsaması da olsa bu böyle… Artık mevcut olmayanları ancak yazarak mevcut kılabiliyoruz. “Geçmiş” de öyle. “Gelecek” de.

Öykülerinizi “rüya” teması üzerinden birleştirmişsiniz. Öykü kitaplarının ortak bir teması olması gerekli midir?

Öncelikle şunu belirteyim: Öyküler birbirinden farklı zamanlarda yazıldı ve yazılarken de “rüya” teması olsun diye yazılmadı. (Ortak tema gibi gereklilik olduğunu düşünmüyorum çünkü.) Yaşantılarımızdan sızan kelimeler şekillendiriyor yazdıklarımızı biraz da. Hayatın baştan sona bir “rüya” olduğuna inanan biri için yazdıklarının rüyamasala benzemesi doğal değil midir?

Ve rüya’dan yol’a, yolculuk’a evirilen tematik bir döngü…

İlla da bir tema aranacaksa kitapta o, “yolculuk” temasıdır evet. Biraz arkada, gizlenmiş gibi dursa bile bu böyle… İnsanın kendi iç âlemine yolculuğundan tutun da geçmişine kadar farklı mecralarda iz/i sürülen bir yolculuk görürsünüz metinlerde. Herkes kendi yol’unun yolcu’su ve dahi herkes kendi hikâye’sinin kahramanı, deyip durma sebebim de bu “yolculuk” aslında. “Oysa Rüyaydı” derken de yazar bilir ki: “Bıraktığımız izler kadarız.”

Kitabınızın ismi de sizin rüya’ya olan özel ilginizin sonucu sanırım…

“Rüyalar”, üzerine kafa yorduğum bir alan, doğrudur. Yazarken değil yazdıktan sonra “rüya”nın ortak temalardan olduğunu fark ettim. Metinlerimin ‘rüyamasal’a benzediğini düşündüm ve bu yüzden kitabın ismine önce “Rüyaydı” dedim. Sonra o öykü cümlemi gördüm; “Oysa Rüyaydı” oldu adı kitabımın. İnanırım ki ‘isim kaderdir’ biraz da. Yazmaktan daha büyük rüyam yok!

Karakterlerinizi isimden çok kadın ve erkek olarak nitelendiriyorsunuz. Bir öykünüzde “Adam’ı epeydir tanıyordum. Adam, diyorum, çünkü ismi bilinsin istemezdi.” (s. 78) geçiyor. Bu tür bir isim gizleme mi yoksa başka bir nedeni var mı?

“Anlatıcı”nın hikâyedeki karakteri “anonim “kılma isteğinden kaynaklı bir durum sadece. (Hep vardı ve var olacak.)On(lar)ca insanın kendisinden bir şeyler bulabileceği bir “hikâyeyi” tek isme hapsetmek istemedim; yaşantısına değen kalbine dokunan, içine işleyen bir “durumu” da… Her insanın ayrı bir âlem olduğu gerçeğini unutmadan, ancak insanı “insan” yapan “ortak” duyguları da yaz(g)ıya katarak… Bilinçli bir tercih. Ancak öyle hikâyeler olur ki bazen, o “kahramanının” adını da getirir. Yazara düşen kahramanına bir ad vermektir bu durumda.

Her edebi metnin otobiyografik özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Buradaki en önemli nokta şu: Yazar olarak hayattan damıttığımız, imbiğinden geçirdiğimiz söz ile yeni bir evren ‘kurmak’.

“Kâğıt Kesiği”, oğlumun “Anne, kâğıt kesiği neden insanın canını bu kadar yakar?” sorusu üzerine “kurulmuştur” mesela. “Mayıs’ın Sardunya Kırmızısı”nın “Sebebi, eski bir yara.”dır. “Günlerden Mavi”deki anlatıcı gibi “Kelimeler seni bana getiremedikten sonra ne işe yarar ki?” diye sorarım ben de bazen. Ölen ölmüş, giden gitmiştir çünkü. “Gördüğüydü” diyene “Rüyalar sahibine aittir.” derim.

“Vakitler Denk Geldiğinde” kurulan şu cümlenin hikâyesidir: “Artık görüşelim!” Hayatın bütün eylüllerine adanmış bir gençlik öyküdür “Unutmabeni Çiçeklerin”. “Küçük, eski bir leke ellerimde şimdi.” Ya o kadim şehir; Antakya’ya ne demeli!“Habbeytak Bissayf”ı söyleyen Feyruz’un sesinde çoğalıyor aşk, diye biter ona dair öyküm.

“Bu, Bizdeki, Derinlik Sarhoşluğu” İstanbul’a dair bir düştür. “Sus Sineması”nda izini sürdüğüm, Ulus’ta bir zamanlar ‘var’ ama şimdi ‘yok’ olan o sinemadır, hayalidir. Yani anlayacağınız hikâyeler ‘ben’den bir iz taşır ancak ‘benim’ değildir. “Vuslat Ayini”ndeki gibi, “Hikâyemin neresinde olacağına sen karar ver. Okurken. Yazarken. Gelirken. Giderken. Dönerken. Bakarken. Yaşarken. Selamlarken…”

Genellikle bir arayış/bekleyiş içinde olan kadın karakteriniz var. Neyi arıyor/bekliyor-lar?

“Kızıldut’un Boynu’nu anlatan bir kadının dilinde. Yalnızca bir nehrin konuşan ağzı. Dökülen kelimeler. Esen rüzgâr. Çılgınca sükût.”

Kitabın ilk öyküsünden bir alıntı bu… “Kâğıt Kesiği”, “Mayıs’ın Sardunya Kırmızısı”, “Günlerden Mavi”, “Göz Göz Olmuş Yaralarımız”, “Kapında Kül Bulutu”, “Vakitler Denk Geldiğinde”, “Unutmabeni Çiçeklerin”, “Vuslat Ayini”, “Misafiri Ruhumun” ve diğerleriyle de anlatılan, hep o “arayış”ın hikâyesi. İnanır ki yazar: “Hakikat aramakla bulunmaz ancak bulanlar hep arayanlardır.” Arayış sürecinde bekleyiş de kaçınılmazdır. Geçip gidenler; kişiler, yerler, mekânlar; an(ı)lar, olaylar, durumlar ve daha birçok şey, o “arayış”ın sonucundaki “bekleyiş”e konudur öykülerde.

Karakterleriniz bir kaçış içinde. Neden kaçıyorlar, ve nereye kaçıyorlar?

Ne(re)den nereye kaçıyorlar, doğrusu bilmiyorum. Siz onları okurken “kaçış” olarak nitelenebilecek bir hâl içre gözükmüş olabilirler, ancak ben yazarken öyle değildiler!

Genel olarak “kaçış” konusunda şunu söyleyebilirim ama: Yorucu bir çağda yaşıyoruz, zor zamanlardan geçiyoruz, gözlerimiz birçok yıkıma şahit oluyor… Gerçeğin inciten yanından hikâyenin saran/sarmalayan yanına sığınıyoruz bu durumda.

“Doğ(ur)manın bir anlamı var mıydı?” (s. 66) ve “Yazdıkça dur(dur)acağına inandığın…” (s. 75) gibi kelime oyunlarınız var. Bunlar nasıl ortaya çıktı ve öykülerinize katkısı nedir?     

“Kelime oyunları” olarak nitelediğiniz şeye ben “anlamı çoğaltmak” diyorum. “Çift anlamlılık” da denebilir bazı yönlerden… Öyle bir an geliyor ki aynı anda iki şeyi anlatmak istiyorsunuz. Yazılan yazı yazgıya dönüşüp yaz(g)ı oluveriyor bu durumda. Kes(k)in bir dille şunu söyleyebilirim ki: “Oyun” dediğimiz yazarın kurduğu o “evren” ise muhatabı da zaten kelimeler(iy)le dans etmek isteyen okurdur.

Öykülerinizde filmlere ve şarkılara çok gönderme var. İyi bir izleyici, dinleyici misinizdir?

İyi bir “izleyici” olduğumu düşünmüyorum pek. Son yıllarda televizyonu hayatımdan tamamen çıkardım. Hayatımdaki yeri eskiden “az” idi ancak şimdi neredeyse “hiç” yok gibi.Arada kaliteli filmler izlerim. Onlara da ayırabildiğim vakit ne yazık ki sınırlı. Tarkovski’nin “Stalker/ İz Sürücü” filminden mülhem, iyi bir “iz sürücü” olduğunu düşünürüm yazarların. Benim de gayretim o yönde. Ayrıca fotoğraf da-bununla birlikte, görsel düşünme de- uğraş alanlarımdan. An’ın karesini bellekte dondurmak/canlandırmak keyifli bir uğraş.

Öykülerimi yazarken dehâletiruhiyeme uygun müziklerle dolar etraf. Kimi zaman Bach’ın Çello Süiti, kimi zaman Itri’nin Neva Kâr’ı… Kimi zaman bir Endülüs ezgisi, kimi zaman bir segâh Mevlevi Ayini… Hayatımın “ritmi” öykülerimin diline deyansır ritmine de; “müziği” neden yansımasın?

edebiyathaber.net (20 Temmuz 2017)

Yorum yapın