Merve Koçak Kurt: “En sessiz sözcüklerdir, fırtınayı getiren.”

Mayıs 6, 2019

Merve Koçak Kurt: “En sessiz sözcüklerdir, fırtınayı getiren.”

Söyleşi: Yusuf Çopur

Merve Koçak Kurt’un üçüncü öykü kitabı Naz Kahvesi, sessiz kırılganlıkların, öfkeli ama suskun çığlıkların, ertelenmiş hayatların, mesafeli aşkların, derin hüzünlerin gölgesinde durup an’ı hayatı, geçmişi, geleceği, iyiyi, kötüyü, uzağı yakını düşündürtüyor okura. Bir “öteki yüz” öyküler toplamı. Aynanın yansıtmadığı izlerin belirdiği öyküler. Gerçeğin bilinenden öte tarafını, aşkın hasret, acının sabır, öfkenin sakin yolunu. Öteki’nin ve yüz’ün birleştiği dokunaklı hayat öyküleri. Yazarla Naz Kahvesi’ni konuştuk.

Ellerin Mavi Kelebek, Oysa Rüyaydı ve şimdi Naz Kahvesi’yle devam ediyorsunuz öykü yolculuğunuza. Kelebek, rüya ve kahve, hemen hemen tüm öykülerinizde karşımıza çıkıyor. Bir tesadüf olmasa gerek, ne dersiniz?

Biraz abartılı bir yorum olsa da, “kelebek”, “rüya” ve “kahve” rengi kelimelerin öykülerimin birçoğuna sindiği doğrudur. İnsanın sevdiği kelimelerle dans etmesi kadar güzel bir şey olabilir mi? Kelimelerin kader(iy)le doğrudan ilişkisine inanan bir yazarım; bu kelimelerin s/imgesel bir anlamı vardır benim için hep. İlk yayımlanan öykümün adı “Kahve Fincanında Bumerang Etkisi” idi. Şimdi de, kitabımın adı “Naz Kahvesi”… Ancak “Naz Kahvesi” tanımı bana ait bir tanım değil; oğluma ait.(Hikâyesi biraz özel, bana kalsın.)

“Kelebek Tozları, Düş Oyunları, Erik Dalları ve Ân/ın Fotoğrafları”… Sanırım yazı serüvenimi en iyi açıklayan tanımlamalar bunlar. Kelebek/ler tozlarını bırakırken geriye, düş/ler gerçek bir oyun metnine dönüşürken ve boyumun eremediği erik dal/lar/ı çiçeklenirken… İşte o ânı fotoğraflayabilmekti sözcüklerle, bütün meselem.

Uzun soluklu bir sohbet gibi… Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı gibi… “Erbain” ya da başka bir şiir gibi… Oturup yazmaya başladığında devamı gelecek cümleler gibi… Bir mayıs günündeki o güzel doğum günü gibi… Güne griyle başlayıp sonrasızlığı beklemek gibi… Her şey sadece ‘GİBİ’ yazarken. Bunun için “Oysa Rüyaydı” dedim zaten.

Bir röportajdan esinlenerek kendime şu soruyu sordum az önce: “Mezar taşında ne yazmasını isterdin?” Cevabını çok eski bir notumda buldum: “Bir kelebek gibiydi, dokunduğu ya da geride bıraktığı her yeri renklendir(ir)di,ellerinden dökülen şifaydı; sözleri ömre değerdi, gülüşü yüreğe. Herkesten biriydi ama yine de ‘farklı’ idi. Bir de, tek isteği hoş bir seda bırakmaktı geride.” (2010)

Önceki öykülerinizden farklı olarak daha belirgin kahramanlar, zaman ve mekânlar dikkat çekiyor Naz Kahvesi’nde. Bu bilinçli bir değişimin göstergesi mi?

Kırk yaş için “kemâlat yaşı” dermiş eskiler. İnsan, kırk yaşını geçtikten sonra hayata çok daha başka türlü bakmaya başlıyor. Değişiyor, dönüşüyor, olgunlaşıyor; bunların sonucu olarak dili de evriliyor. Yaşadığımız toplumdan ari değiliz, yaşananlar herkes gibi beni de etkiliyor.

Son yıllarda yaşanan ciddi bir toplumsal yarılma var. Hiçbir dönem şahit olmadığım şeylere şahit olmak, kalbimi de yoruyor ruhumu da… Yazmak, o anlamda benim için bir “sığınak”. Hayat koşullarım değiştikçe yazdıklarım da (biraz) değişti -ki bu çok doğal bir şey olsa gerek-. İlk kitabımın öyküleri gerek dil gerek anlatım olarak daha soyut geliyordu okura, zor anlaşılmasından yakınıyordu bazısı da. Yazdıkça, okudukça, yaşadıkça… anlattığı “hikâye” de değişiyor insanın; bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi belki. Metamorfoz.

“Acı’ları an’lara dönüştürmek için yazıyorum.”

Anlatmak yerine yaşamak, yaşamak yerine yazmak… Bunlar birbirinin muadili mi, emin değilim! (Birbirinin yerine ikame edilebilir mi!)Hayat ırmağı akıp gidiyor yanımızdan ve biz seyrediyoruz, gördüğüm bu! Oysa, o ırmağın içine dalmak gerek. Bakış açısı değiştikçe anlatış şekli de değişiyor insanın. Yazdıkları daha bir “müşahhas” hâle geliyor. Olaylar, mekânlar, kahramanlar araya giriyor; “Beni yaz!” diyor. Şahit olduğun “acı”ları “anı”lara dönüştürmek için yazıyorsun bazen; “düş”ü “gerçek” kılmak için bazen de… Sorunuza cevap oldu mu söylediklerim bilmem, ama “bilinçli” bir seçim benimkisi. Çünkü sesim yankı/sını bulsun istemiştim en baştan beri. O ses, yankısını ararken çoğalsın. Birilerinin ruhuna, kalbine, diline değsin yazdıklarım. Değsin ki, sözüm muhatabını bulsun. Muhatabının içinde bir yerde konaklasın. Konakladığının hayatını bir nebze de olsa değiştirsin.

Çoğu öykünüzde anlatıcı veya kadın karakterler yazan insanlar. Hatta yazan kadınlar. Bir süre sonra öyküler değişse de o kadının sesi ve rengi değişmiyor, kendini belli ediyor. Bu tercihinizin bir süre sonra okuru aynı “öykü”nün içinde dolaşma hissine kaptırabilmesi hakkında ne söylersiniz?

Naz Kahvesi’ni konuşuyorsak dediğinize pek katılamayacağım, ancak üç kitabın hepsini düşündüğümüzde hak verebilirim bu söylediğinize. Yazar’ın bir kadın olmasının ve onun da “anlatıcı” rolünü üstlenmesinin kime ne zararı dokunur ki? Ben, hâlâ kendi sesini arayan bir yazarım. Yazdıkça, yazdıkça belki tam olarak bulurum. Ancak gitgide şekillenen bir “anlatıcı” sesi duyuluyor öykülerimde; dingin, sakin ve incelikli bir ses olsun istiyorum o ses.

Son kitabımda, öncekilerden farklı bir şekilde dizdim öyküleri. Kronolojik değiller. Bir yapbozun parçaları gibi defalarca değiştirerek bulduğum bir sıralama bu. Birbirinin devamı gibi birçoğu; birinin başladığı yerden başlıyor diğeri. Okur, aynı “öykünün” içinde gezinme hissine kapılabilir, bu onun bileceği iş! Şunu söyleyebilirim konuyla ilgili -hatta bir dosta söylemiştim- : “Kelebek”, “Rüya”, “Kahve” üçlemesi bitti. Yeni bir şeyler söyleyene kadar susabilirim. Kitabın başındaki öz geçmişte dediği gibi, bendeniz “Söz’ü olduğu sürece yazmak istiyor.” O söz, yeni bir söz olana dek bekleyebilirim. Sorun yok! Bundan sonrası için söyleyebileceğim tek şey: “Birey”den -yola- çıkıp “toplum”a dair yazmak istiyorum.

Şarkılar ve daha çok türküler. Genel anlamda müzik. Ses. Öykülerinizin sesi oluveriyor bir anda. Sanat müziğinden Halk Müziğine, klasik müzikten Batı müziğine pek çok “ses” duyguların rengine bürünüyor veya kendine bürüyor duyguları. Ses, sizin için ne ifade ediyor?

Ses, “koku” gibi kimliği(mi)n bir parçası. İçindeki sesin dışına yansıdığını görüyorum insanların. Yazarken de böyle. Ses’e karşı hassasım. Ruhumu, kalbimi ve dilimi dindiren bir yanı var müziğin. Öykülerimi yazarken de öyle. Bir türküden yola çıkıp yazdığım öyküler de vardır, bir öyküye fon olan şarkılar da… Sizden önce söylenmişse söylenen, onun satırlarınıza eşlik etmesi bir güzelliktir. “Ritim” duygusu ve “ses” önemli ayrıntılar, öyküde… “En sessiz sözcüklerdir, fırtınayı getiren. Güvercin adımlarıyla gelen düşünceler yönlendirir dünyayı.”

“Sessizliğin Sesi” adını vermiştim lisedeyken resim dersinde bize verilen kitap kapağı tasarlama ödevi için hazırladığım kitaba. İç sesimi ve sessizliğin sesini seviyorum. Birhan Keskin’in dizeleriyle di(li)yorum ki; “Şimdi bir masaldan bir peri/ Sessizce dinlesin beni./ Alsın yorgun başımı, alsın cümlemi/ Usulca kalbine koysun.”

Öykülerinizin bir diğer vazgeçilmez izleği yol. Ama kavuşturan değil. Hep ayıran. Belki hep arayan. Ulaşmaktan ziyade yolda kalabilmeyi tercih eden kahramanlar. Kavuşunca biter mi öyküler?

“Dünyanın Bütün Sabahları”ndan bir sabah; kuş sesleri penceremi kuşatmış, “Senin gidilecek çok yolun var.” cümlesini düşünüyorum şimdi. Dediğiniz gibi, önemli bir izlek evet, öykülerimdeki yol(cu/luk)lar… İstanbul’a son gidişimde görüştüğüm bir -hattat- arkadaşım, “Önemli olan, yolculuk…” demişti, “Ben ulaşmayı değil yolda olma hâlini seviyorum. Varırım varmam onu bilemem.” Aynısı benim için de geçerli, kahramanlarım için de. “Aramakla bulunmaz, bulanlar da ancak arayanlardır.” diye boşuna dememiş eskiler. Yol’un biri biter, diğeri başlar; bir yolcu gelir bir yolcu gider; hayatın yol(cu/luk) döngüsü böyle böyle tamamlanır.

Bir öykümle cevap vereyim asıl sorunuza: Bilirdi ki bazı insanlar ona Tanrı’nın armağanıydı, bazıları ise imtihanı… Her şeyin sonunda ‘Ben doğru olanı yaptım!’ dediği bir şeyler yaşayacağını bilmeden çıkmıştı bu yola.Yol’ dediğin nedir ki bir kalbe çıkmadıktan sonra?” Velhasıl, bir insanın kalbine çıkmıyorsa o yol, hakikaten iyi bir “yol” mudur emin değilim! Yol’un sonunda bir “vuslat” umudu varsa, yol o umutla anlam kazanır. İnsanın son nefesine kadar da devam eder bu umut. Asıl mesele, birlikte güzel bir yolculuk yapabileceğin yol arkadaş(lar)ı bulabilmektir. Gerisi “hikâye” zaten…

“Evvel Bahar Mimozaları” öykümde yazdığım gibi, “Yaşanan, hep bir ‘kelebek etkisi’ değil miydi? Bir an’ını değiştirmeye kalktığınızda belki yaşadığınız değişiyor, ancak yaşadığınızın sonucu değişmiyordu. Böyle böyle başlıyorduk bazı hikâyelere. Kaybedeceğini bile bile… Bulmanın yolu da kaybetmekten geçiyordu belki. Kim bilir!”

Mesafe artık bir yazgı şehir insanı için.”

Erkeklere gelelim. Erkeklerle öyküler arasında çoğu zaman bir “mesafe” var. Bu, kimi zaman, fiziki uzaklık, kimi zaman duygusal. Seven kadınlar ama uzaktan. Gözlerin sevgisi. Kalplerin. Ellerin sevgisi olmaya korkan, belki de “cesaret” edemeyen bir duygusal tedirginlik kadınların ruhlarında. Aşkların “mesafesi”ne dair ne düşündüğünüzü merak ediyorum doğrusu.

İnsanın mesafe’sini bilmesi ve ona göre hareket etmesi kötü bir şey değildir günlük ilişkilerde. Sınırını, haddini, hududunu bilmek, en çok da kendini bilmektir aslında. Hayatın içinde olan hikâye’nin içinde de vardır; ancak en nihayetinde hikâye, “hikâye”dir. Yazdıklarım, şahit olduğum yaşanmışlıklara dair daha çok.

“Mesafe”, büyük şehirde yaşayanların birçoğunun yaz(g)ısı sanki. Sürekli bir yer(ler)den bir yer(ler)e yetişmeye çalışıyoruz. Hiç durmadan. Koşuşturup duruyoruz. Çağımız ilişkilerinde “mesafe” kavramı biraz biçim değiştirdi sanki. “Uzaklık” ve “mesafe” arasındaki fark da öyle… Kalpten kalbe bir yol açıldıktan sonra “mesafe”nin bir hükmü de kalmaz diye düşünüyorum.

Adam/Kadın veya tersi. İsimlerin olmadığı yüreklerin konuştuğu öyküler dikkat çekiyor. Bu “isimsizlik” neyi ifade ediyor sizin için? 

“İnsan” olmayı… Kimlikler, roller, aidiyetler, c/isimler, bedenler… yeri geldiğinde sahip olduğu bütün anlamını yitirip yepyeni/bambaşka bir anlama bürünüyor yazarken. Öykülerimin muhatabı bir “kadın” ya da bir “erkek” değil, bir “insan”… O yüzden, okuyan herkesin kendinden bir şeyler bulması benim için çok kıymetli.

“Anlatıcı”nın hikâyedeki karakteri “anonim “kılma isteğinden kaynaklı bir tercih, demiştim daha önce benzer bir soruya verdiğim cevapta. On(lar)ca insanın kendisinden bir şeyler bulabileceği bir “hikâyeyi” tek isme hapsetmek istemiyorum; yaşantısına değen, kalbine dokunan, içine işleyen bir “durumu” da… Her insanın ayrı bir âlem olduğu gerçeğini unutmadan, ancak insanı “insan” yapan “ortak” duyguları da yaz(g)ıya katarak yazıyorum. Bilinçli bir tercih yani benimkisi. Ancak öyle hikâyeler oluyor ki bazen, o “kahramanının” adını da getiriyor. Yazara düşen kahramanına bir ad vermektir bu durumda.

Son zaman öykücülüğümüze dair “hikâye anlatıyor” yazarlar, hikâye yazmıyorlar, eleştirisi var. Bir öykü yazarı olarak bu konu hakkında neler söylersiniz?

Ben kendimi hiçbir zaman “hikâyeci” olarak tanımlamadım. Aslına bakarsanız tanım(lama)lardan hoşlanmıyorum. Ancak başka türlüsü de pek mümkün değil sanki edebiyat ortamında. Aslolan yazmaktı benim için, hep de öyle olacak! Yazdıklarıma “öykü”, bana da “öykücü” diyorlar. Desinler! “Anlatmak” güzel bir eylem, “yazmak” da öyle… Yeri geldiğinde “anlatırsın”, yeri geldiğinde “yazarsın”. Dileyen okur.

edebiyathaber.net (6 Mayıs 2019)

Yorum yapın