Mesut Balık’tan, “Beyaz Minibüs” adlı öykü

Mayıs 11, 2012

Mesut Balık’tan, “Beyaz Minibüs” adlı öykü

Ana caddeye zayıfça tutunmuş olan Çağlayan Sokak, adının aksine sizi tüm durgunluğuyla karşılar. Onu saran evler bir ara burayı terk etmeye yeltenmis de son anda vazgecip oldukları yerde donup kalıvermiş gibidirler.

İleriye dikkatlice baktığınızda dükkânının önündeki ahşap taburesine kurulmuş yaşlıca birisinin varlığını fark edersiniz. Zamanın akıp gitmediğini hissettiren böyle bir yerde birisinin yaşlanması size garip gelebilir tabii. Hayrettin Amcanın da bu soruyu kendine yönelttiği olur, “ah” der, “yıllar su gibi akıp gidivermiş” önünde hareketsizce uzanıp giden sokağa bakarak. Daha yakınına geldiğinizde, burnun ucunda her an düşecekmiş gibi duran gözlüğüyle elindeki gazeteye gömülmüş bu ihtiyarın hiç hareket etmediğini düşünebilirsiniz. Bir nebze haklı da olabilirsiniz. Tek tük uğrayan müşterilerinin dışında ahşap taburesiyle arasına mesafelerin girmesine gönlü pek razı değilmiş gibi oturur.

Hayrettin Amca’yı nadiren elindeki gazeteyi bıraktırıp yerinden kaldıran şeylerden birisi de dükkânının önündeki rengarenk çiçekleridir. Hele hava böylesine sıcaksa. Elinde bir tas su, kimselerin duymayacağı bir ses tonuyla hem onlarla sohbet eder hem de susuzluklarını giderir. Nedense bu çiçekleri bir ayrı sever. Duyduğu bu yakınlık kendi yaşamını biraz da onlarinkine benzettiği içindir de. Söylediklerini sabırla dinleyen sessiz dostları da tüm ömürlerini hiç terk etmedikleri küçücük bir toprak parçasında geçirmektedirler.

Günün sonuna doğru elindeki gazeteden ziyade gözlerini sokağın başına çevirdiğine şahit olursunuz. Dikkatli bir gözlemci, ara sıra saatine de kaçamak bir bakış attığını farkedecektir. Tekir ahşap tabureyi artık ihmal etmemesi gerektiğini biliyormuşçasına, sokağın solgun duvarlarının gölgesinde çoktan kaybolmuştur bile.

Ve işte o an. Sokağın başında beliren küçücük bir karaltı, yaşlı adamın yüzüne kazınmış çizgileri birden bire hareketlendirir. Tüm bunların nedeni, sırtında çantası, üzerinde mavi önlüğü ile okul çıkışı evin yolunu tutmuş olan Ahmettir. Onu görür görmez Hayrettin Amca yaşına tezat bir çeviklikle aniden kaybolur, bir elinde meyveli gazoz diğer elinde birkaç gofret ile tekrar görünür ve bu halde sevimli yumurcağı karşılar. Her zamanki gibi bu bekleyişi de hatıralarla hayallerin harman olacağı bir sohbetlle taçlandırılacaktır.

İşte yine böyle bir günün sonunda Ahmet, hayal dolu çantasını yere bıraktı ve Hayrettin Amcası’nın ikram ettiklerini afiyetle yedi, kana kana gazozundan içti. Yaşlı adam her zamanki gibi ufaklığa okulda neler yaptıklarını sordu, o da heyecanla anlatmaya başladı. Bir yandan da resim dersindeki son çalışmasını göstermek için hızlıca çantasını açtı, içinden kocaman defterini çıkardı.

Hatıra yüklü Hayrettin Amca onun bu telaşına tebessüm ederken her defasında olduğu gibi kendi çocukluk yıllarını yine adımladı. Ahmet defterinin sayfalarını karıştırırken, dondurulmuş bir an hareketlendi, süzülerek ikisinin arasına, yere düştü. Yaşlı adam saçlarına gömülmüş okuma gözlüğünü tekrar incecik burnun ucuna yerleştirdi ve az önce yerden kaldırdığı fotoğrafı dikkatlice incelemeye başladı. Beyaz bir minibüse sırtını dayamış genç bir adamdı kendisine gülümseyen. Yüzünde bir canlılık, hemen önünde de iki eliyle sıkıca yöneltecini tuttuğu kırmızı bir bisiklet.

-Babam bana bisiklet almış, derslerim cok iyi diye.

Küçük Ahmet’in heyecanı sesine karışmış,  evlerin sessiz duvarlarında yankılanıyordu.

-Gerçekten çok güzel bir bisikletmiş.

-Bu da babamın yeni minibüsü.

Küçük işaret parmağını bir iz bırakmaktan çekinircesine uzatıp hemen geri çekti. Heyecanla kelimeler birbiri ardınca gelmeye devam etti.

-İçini hediyelerle dolduracakmış, yaz tatili başlamadan gelecekmiş, annemle beni gezdirecekmis…

Hayrettin Amca’nın yorgun kalbi hüzünle dolmaya başlamıştı. Gözlerinin önünde, aklına pek getirmemeye çalıştığı o sahne belirginleşmeye başladı. Ayrılık olasılığı ete kemiğe bürünmüş, beyaz bir minibüs olmuş, önünde uzanıp giden sokaktan ağır ağır, herşeyi yutup yok eden bir boşluk bırakarak ve belki de bir daha geri dönmemek üzere geçip gitmektedir.

-Almanya çok mu uzak bakkal amca?

-Uzak ya Ahmet, diye karşılık verdi yaşlı adam, bir gün bomboş kalacağına inandığı ellerini uzattı ve ufaklığın başını sevgiyle okşadı.

-Okulum bitince, babam annemle beni de…

-Ahmet, oğlum, haydi yemek yiyeceğiz.

Seslenen annesiydi.

-Geliyorum anne.

Genç kadın bahçe kapısını aralıklı bıraktı ve tekrar içeriye girdi.

Ahmet’in yarım kalan cümlesi yaşlı adamın yüreğinde tam oldu, ağırlaştı. Bir şey sezdirmemek istercesine kendini gülümsemeye zorlayarak:

-Aman annene birşey çaktırma, yoksa yemekten önce abur cubur yedin diye hem sana hem de bana kızar, dedi.

-Sen merak etme bakkal amca, ben hiç birşey belli etmem, diye karşılık verdi sevinçten gözleri parlayarak.

Hayrettin Amca her zamanki babacan tavrıyla ufaklığın hayallerinin bulunduğu çantayı yerden alıp uzattı. Ahmet o çocuklara has telaşla evlerine doğru yöneldi. Yaşlı adam, küçük adımlarıyla çoktan uzak diyarların yolunu tutmuş olan Ahmet’i, evlerinin kapısında kayboluncaya kadar izledi. Ne zamandır fırsat kollayan Tekir birdenbire zıpladı ve boşalmış olan ahşap tabureye tekrar uzandı. Yaşlı adama “üzülme ama, bak ben varım” der gibi miyavladı.

Hayrettin Amca´nın pek iştahı kalmamıştı. Akşam yemeğini kahvaltı şeklinde savuşturmaya karar verdi. Rahmetli karısının “yemene içmene dikkat etmiyorsun” dediğini duyar gibi oldu. Hem tüm gün sıcaktan kavrulmuş çiçeklere su vermek hem de mahallenin kedisi Tekir’i sevindirmek için dükkânının kapısına doğru yöneldi.

Ahmet, yoğun bir günün ardından, sıcaktan iyice uzamış yollardan geçti ve yorgun adımlarla Çağlayan Sokak’a ulaştı. Ana caddeden ayrılır ayrılmaz, buralarda görmeye pek alışkın olmadığı, ilerideki kalabalığı farketti. Beklenmedik bu durum karşısında biraz affalladı. Gördüklerine bir anlam verebilmek için bulunduğu yerde bir süre öylece dikeldi. İnsanların arasındaki boşluklardan bir aracın beyazlığı gözüne ilişti ve küçük kalbi heyecanla hızlı hızlı atmaya başladı. Yol boyunca ağırlaşmış olan çantası birden bire hafifleyivermişti.

Ne zamandır göremediği babasının hayali ile rüyalarını süsleyen kırmızı bisikletin o baş dondurucu görüntüsü birbirine karıştı. Ahmet olanca gücüyle koşturdu. Kalabalığa ulaştığında insanların arasından güç bela ilerlemeye başladı. Sanki tüm mahalle sakinleri, ufaklığın tatlı telaşından habersiz, oldukları yerde donup kalmış gibiydiler. Yüreği heyecan dolu Ahmet’in tek arzusu bir an önce o beyaz araca ulaşmaktı. Az sonra herkes birden bire çekip gitmiş gibi kendini minibüsün karşısında buluverdi. Fakat bu karşılaşmada bir gariplik vardı. Bu araç babasının fotoğrafındakine hiç mi hiç benzemiyordu. O esnada küçük bedenini kendine doğru çeken, şefkatli bir elin sıcaklığını omzunda hissetti. Yüzünü kaldırınca annesinin ağlamaklı gözleriyle karşılaştı. Olup bitenleri anlamaya çalışan Ahmet’in dikkatini az sonra mahalle bakkalından çıkan bir yabancı çekti. Sırtı dönük olan adam bir başkası ile birlikte üzeri örtülmüş sedyeyi kalabalığın arasından taşıdı ve ambulansa bindirdi. Annesinin “bakkal amca uzaklara çok uzaklara gitti” sözü göğsünde tarifi zor bir acıya, gözlerinde olup bitenleri bulanıklaştıran damlalara dönüştü.  Ahmet “bakkal amca” diye haykırabildi sadece, ardından da kendinden çok büyük bir boşlukta kayboldu. Beyaz minibüsün sirenleri çalışsın istedi, alabildiğine gürültü yapsın, hiç durmasın, tüm hıçkırıkları bastırsın, gözleri kızarmış amcaların, teyzlerin vah vahlarını sustursun. Ama nafile. Çağlayan Sokak’da duygular sel olmuş, akıyordu. Dükkan tezgahına düşen solgun ışığın altında, bir şişe meyveli gazoz ile birkaç gofret, gölgeleri kaybolmaya yüz tutmuş bir halde öylece bekleşmekteydi.

Mesut Balık – edebiyathaber.net (13 Mayıs 2012)

Yorum yapın