Bu yazıda, Mete Demirtürk’ün üç ayrı kitabından bahsederek onun yazı evrenini oluşturan başlıca niteliikleri dile getirmek istiyorum. İncelemeye alacağım ilk kitap, yazarın Adressiz Sözler Durağı adlı şiirsel metinlerden oluşan yapıtı. İlk sayfada Demirtürk’ün kitabını Said Maden’e ithaf ettiğini okuyoruz. Mete Demirtürk, Adressiz Sözler Durağı’nda felsefi derinlik taşıyan dizelerini incelikle örgülüyor. Daha önceki kitaplarında işlediği temaların çoğunu bu kitabında da işlediğine; insanlık ve dünya hallerini sorguladığına tanık oluyoruz; ancak bu kez, yazar, dizelerinde aşk, kadın, sevgi, ayrılık, ihanet gibi izleklere daha sık yer veriyor.
Mete Demirtürk’ün, deneme tadını taşıyan düzyazı şiirlerinde, insana özgü her şeyi bulabiliyoruz. İnsanın bütün yüceliği, iyiliği, uygarlıkları oluşturan yaratıcı gücü, sevgi ve aşkla yücelen sanatsal çabaları. Madalyonun öteki yüzündeyse bunların tam karşıtları yer alıyor. Yazar, savaşların, kötülüklerin, şiddetin, tarihin karanlık sayfalarını oluşturan bütün yıkımların ve yok etmelerin de insana özgü olduğunu hatırlatıyor. İnsan denen bu çelişkilerle dolu varlığı, anlamaya, anlamlandırmaya, çözümlemeye gayret ediyor. Felsefeden, psikolojiden, tarihten, sanattan, edebiyattan yardım alarak yürüyor bu anlam yolculuğunda. Dünyadaki kötülüklerin asıl kaynağının yine insanın kendi içinde olduğunu göstererek, bir farkındalık sağlamak istiyor. Sadece bu farkındalıkla kendimizle yüzleşebileceğimizi, bu yüzleşmenin tarihle ve zamanla yüzleşmeyi beraberinde getirdiğini belirtiyor. İnsanın, kendi benliğinden, doymayan hırslarından ve bu hırsların yarattığı kötülük ve şiddetten kurtulamadığı sürece dünyada huzurlu bir tek günün olamayacağını vurguluyor.
Mete Demirtürk’ün düzyazı şiirlerinde, hayatla, insanla, toplumla, dünyayla, tarihle hesaplaşan; yaşadıkları ve gözlemledikleri üzerinde uzun uzun düşünen ve her şeyi sorgulayan bir yazınsal /estetik tavır içinde olduğu görülür. Onun yapıtlarında düşünen, sorgulayan, anlam arayan insanın sesi yer alır daima. Victor Frank’ın belirttiği gibi, “Anlam bize verilen bir şey değil, bizim yarattığımız bir şeydir. Anlam başkalarıyla olan ilişkilerimizde, işimizde ve değerlerimizde bulunur. Anlam bizim için önemlidir çünkü hayatlarımıza yön ve amaç verir.” İnsanın anlam arayışı, onun yaşam yolculuğundaki en önemli serüvenidir. Demirtürk’ün yapıtlarında bu anlamlandırma çabasının derin izleriyle karşılaşıyoruz.
Mete Demirtürk’e göre, insanın kendi geçici varlığını ve o varlığının rüzgârda savrulup gitmekte oluşunu fark etmesi önemlidir. İçinde nefes aldığı zamanın farkına varan insan, kendi varlığının sonlu olmasını, ölümün tek gerçek olarak karşısına dikilmesini, varoluşunun zamana ve ölüme mahkûm olmasını da fark eder. İnsan, zaman kavramıyla derdi olan bir varlıktır; tabii ki idrak etme ve farkındalığa varma yeteneğine sahipse.
“Zamanın
ne dümeni, ne yelkeni, ne de teknesi vardı!
Öylece ben işte! Öylece bekleyen bir boşluk.
Ve öylece bir ufuk!”
Mete Demirtürk, akıp giden zamanda insanın hissettiklerini, sonsuza ilerleyen bu akış karşısında çaresizliğini dillendirirken, atların koşusuna benzetiyor saatlerin amansızca ilerleyişini ve hızla geçip gidişini:
“Atların nal sesleridir saatin tik tak’ları!
Duran atlar,
durmuş saatlerdir.
Hiç bilmediniz!
Dilsizdir gökyüzü söyleyemez!
Ötedir zamandan atlar.
Onlar biçimler
ve uygular gerçeği. “diyen Demirtürk,
“Yalnızca orada duyumsarsın,
sonsuz akış bir atın ruhudur.
Bir gözü ışıksa, bir gözü
karanlık sorudur! Aldırmaz,
aldırmaz âdemoğluna! Çünkü
insanların istenci değil
tanrısal fısıltılar koşturur atları.” dizelerinde çoğaltıp bütünleştiriyor anlamları. Dizelerini yer yer mistik bir yaklaşımla oluştururken, kendine özgü imgelerini, şiirinin ruhuna ince bir tül gibi dokuyor ve okurda pek çok çağrışımın kapılarını açıyor.
Yazar, savaşan, yakıp yıkan korkunç tiranları, yok edilen kentleri, tarihi oluşturan insanın o kötücül karanlığını seriyor gözlerimizin önüne.
“Zehir zıkkım olan binlerce yılı,
kanlar okyanusunu,
vahşetin yarattığı sınırları,
gücün yücelttiği,
gücün aşağıladığı kimlikleri,
binbir yüzlü günü,
ganimetlerle büyüyen egoyu
ve utançla anılacak onca şeyi?
Ah, bilseydi gerçeği tarih
kahrolur, utanır, parçalanır,
gizlenir yeraltı mağ’ralarında,
zincirlerdi kendini karanlığa!”
Kötülüğü yok etmek için kendi iç karanlıklarımızla yüzleşmemiz gerektiğini vurgulayarak, insanın öncelikle kendi özündeki kötülük ve şiddeti fark etmesini ve onunla savaşması gerektiğini ifade ediyor:
“Önce kendi içimizde başlasak devrime,
bir türlü paçalarımızdan aşağı düşmeyen, zâlim kral’la, aç kral’la!
Kötücül benliğin tâcıyla, elmasları, yakutları kıskandıran,
bin karanlık güneşin onurlandırdığı taçla!”
İnsanın bütün kötülüklerinin kaynağının ego(benlik) olduğunu; ego’yu yenmenin içsel bir devrim olduğunu belirtiyor Demirtürk. İnsanın kendi benliğine tutsaklığını anlatırken, onun, kendi benliğini zalim bir kralı yüceltircesine başının üstünde taç gibi taşımasındaki anlamsızlığı ve saçmalığı vurguluyor. Bir metafor olarak “zalim kral”, insanın içinde yaşayan; kötülüğe, şiddete, alçaklığa doymayan bir kraldır ve her zaman aç vaziyettedir. Doymak bilmeyen hırsın ve açgözlülüğün esiri olmuştur. “Bin karanlık güneşin onurlandırdığı taç” ifadesiyle yazar, insanın, kendi benliğinin ürettiği karanlığın ve kötülüğün çoğu kez farkında olmadığını, tam tersine, kendi benliğini onurlandırdığını ifade ediyor. Tam anlamıyla bir ruh körlüğüdür bu. İnsan, evrendeki geçici varlığı üzerinde düşünmeyen, hep yaşayacakmış yanılsamasıyla hareket eden, benliğinin esiri olmuş, ölümlü bir varlıktan başka bir şey değildir aslında.
“Yine de sen yoksun! Sulardaki izin gibi!
Hiç doğmamış gün gibi!” diyen şair, evrendeki geçici ve sonlu varlığımızı anımsatmakta, geride, akan zaman içinde hiçbir iz bırakmadığımızı derinden duyumsatmaktadır.
Sevginin, aşkın, aldanışların, ayrılıkların, kadınların yer aldığı dizelerin, yine felsefi bir derinlikle, insan psikolojisini odak alan bir yaklaşımla yazılmış olduğunu görüyoruz.
“Kadına değil, âsumâna inle,
deryaya dök yüreğini!
O ipeğini dokuyor!
Doğayı bir heykel gibi yontuyor.
Nesneler yaşam buluyor bir bir
ve ona yönelen hiçbir duygunun
yok oluşuna izin vermiyor!”
*
“Kadın kadındır,
yağmurun yağmur, güneşin güneş olduğu gibi.
Kadın kadındır ama,
yasası giyotinden daha keskin, aşkı uçurumdan beterdir!
Öyledir işte, yürek neye teslim olduğunu bilse de!”
Demirtürk, toplumda kadınlara yönelen şiddet ve kötülük bağlamında, feodal törelerin anlamsızlığını vurgular, eleştirir, sorgular:
“Ah, töremiz vardı bizim
dökülen kanın boşa akmadığını haykıran,
yüce kan yasamız vardı!
Oysa töre bizdik, töre saplantılı her şeyimizdi.
Bir kalleş, bir hain pusulaydı.
Töre, acıyla nikâhıydı kadının!
Töre karanlığın bayramı, töre ölümün kutsanışıydı!”
*
“Ey acıların yarattığı hayâletler,
üşüşmeyin şarap niyetine kendi kanınızı içmeye!
Daha çok acı, daha çok acı çâre değil! Ve kalmayın
bir kurtarıcıya!
Kalmayın beyaz atlı prensin zehrine!
Ve
peşine düştüğünüz izleri düşünün,
adım adım, soluk soluk bıraktığınız izleri!
Kendi zâlimini aşkla yaratıp, ona kul köle oluşları!
Binlerce yılın tuzağını, bir büyü gibi ruha işlemiş yalanları,
sahte masalları, budalaca aldanışları!
Ve en hain damar, anadan kıza, köz köz öğretilmiş teslimiyeti!”
Kadınların uğradığı ayrımcılığı, şiddeti, kötülüğü, yok saymayı eleştirirken, “öğrenilmiş teslimiyetin” kuşaktan kuşağa aktarılmasındaki hazin gerçeğin altını çizer Demirtürk.
Eril egemenleri eleştirirken büyük bir isyanla şöyle haykırır:
“Sizi doğuranların derinlerinde hep mızrağınız.
İçinizdeki insanın hiç doğmadığı,
belki de ölüp durduğu an’lardır eril varlığınız.”
Her şeye rağmen, insanı hayatta tutan, onu taşıyan gücün umut olduğunu vurgulayan yazar, “Yeryüzü değil, umutları taşırdı insanları! / Çokluğu yıldızlarla yarışan umutları…” dizeleriyle, insanın umudunun sonsuzca, yıldızlarca çoğalabildiğini; insanın umutlarıyla var olduğunu ve ayakta kaldığını ifade ediyor.
Sadece tarihin, geçmiş çağların değil, yaşanan çağın sorgulaması ve eleştirisi de önemlidir Demirtürk’ün düzyazı şiirlerinde:
“İşte, her şey hazır diyorlar (tüketim çağını onurlandırmak için)
rüyâların bile programlandığı bir dünya yaratmaya!
Görkemli bir armağanmış gibi, yâni günahsız bir robot gibi,
yâni senin artık sen olmayacağın bir gerçekte yaşatmak gibi!
Gene alçaklığın, gene utanmazlığın ödülleriyle, bir utkunun
kahramanıymışsın gibi kandıracaklar seni!”
İnsanın, yaşadığımız çağ içindeki duruşu da önemlidir elbette.
“Ve unutmamak için, bir çentik atar mı kendine us, kanayan
harflerle not düşer mi hâl ve gidiş defterine?
Ve bağırlardaki kara hançer, sakil umutsuzluk, umudun
çiçek bahçesine dönüşür mü?”
Siyah Lâle adlı diğer kitabında zamanla ilgili düşüncelerini çoğaltmaya, zamana dair yeni anlamlar üretmeye devam ediyor Mete Demirtürk:
Zavallı zamanın yeminleri,
uçurum çiçekleriyle hayaletlerin
ezgisiz dansları gibidir!
Yeminlerle kandırma kendini
ey zaman denen yalan, ey çileler gergefi!” diyerek zamana seslenişlerini sürdürür.
Bellekte yer eden anılar, izlenimler, yaşantı parçaları ve onların izdüşümleri dizelerde yer almaya devam eder. Bilinç ve bilinçaltı katmanlarında dolaşan yazar, rüyaları, geçmişin hüzünlerini, kırılma anlarını şiirselleştirme çabası içindedir. Rüyaların ne olduğunu anlamaya çalışır; geçmişin, çocuklukta kalmış uzak anıların, umutsuzlukta yeşeren umutların rüyaların içinde şekillenmesini ve ruhunu etkilemesini gözlemler; onları anlamlandırmak ister. Anılar, geçmiş zaman gölgeleri, hayalete dönüşen imgeler, solgun, unutulmuş, tozlu mekânlar; rüya ve anımsama yoluyla gerçeklik katmanına sızar ve yazarın iç dünyasını sarsmaya devam eder. Bu anımsamalarda anne, değerli bir figür olarak varlığını ortaya koyar.
“Ve anılar evinde
her gün tozlar alınır,
her şey gölgeleriyle
yerli yerinde
ve güvendedir,
ah, anaya ait bir hıçkırık bile
bir mücevher gibi saklanır!”
Geçmişin gölgelerinin izini süren yazar, aşkları, sevdaları, kırılmaları ve ayrılıkları dile getirir. Bazen Adressiz Sözler Durağı’ndaolduğu gibi, Siyah Lâle’de de insanın benliğini ve onun yol açtığı kötülükleri işler.
“Dolaşır içimizde acımasız, rezil bir kâtil; bâzen bir söz için
öldürür birilerini, bâzen bir sözümle öldürür beni!
İçimizde bir düşman ben!”
*
“Mutlu bir körlüğün sonunda
bencil bir yürek mi,
şamdanları yanmayan
ışıksız bir ruh mu
görüp göreceğim kendimde?”
Yazar, coşkulu söyleyişlere, ışıltılı betimlemelere de yer verir.
“ Yürü can,
dokunursan yaşama, büyünün sırrı sende olur!
Haydi,
doldursun neşen gönülleri, Ay eşlik etsin, kâseler
şarapla ışısın!”
Yazarın tarih sorgulamaları bu kitabında da devam eder.
“Oyunu kurmak Tanrı’nın mı işi,
uçurumları aşmış insanın mı?
(…)
Ya oyunu kuran
sâkin, ikiyüzlü
ve dondurucu bakışlarıyla
şiddetin tanrısıysa?” diyerek sorular sorar.
Kötülük ve şiddet dolu, kanlı tarihe dikkat çekerek, tarihin içinde, egemenlerin, tiranların korkunç kötülüğünü anımsatır. Oyun kuranın, tarihi kanla yazanın, “şiddetin tanrısı” insanın, bin bir türlü kötülüğe, savaşa, yıkım ve şiddete tanrısal bir boyut kattığını gösterir.
Tarih boyunca yeryüzündeki ve ülkemizdeki kötülükleri ayrıntılarıyla betimleyen, anlatan, belleğimizde canlandıran Mete Demirtürk, bütün kötülükleri yapanları yok etme isteğini dile getirir. Diktatörler, savaşçılar, tiranlar, baskıcılar, hırsızlar, hak yiyenler, haksız kararlara imza atanlar, sahteciler, yalancılar, çıkarcılar, üç kağıtçılar, tecavüzcüler, katiller, kadınlara kötülük edenler, canlılara sevgi duymayanlar… hepsini yok etmek ister yeryüzünden. Uzun bir “yok etme listesi” oluşturduktan sonra okuruna şunları söyler:
“Ve lütfen siz de yapın listenizi, biraz tuhaf olsa da, rahatlarsınız
benim gibi… Montaigne’in dediği gibi ‘öldürmeyi doğaya bırakın,’
hiçbir zâlim, hiçbir ustalık, yarışamaz onunla!”
Siyah Lâle kitabında da içsel devrim, yani “ego’yu yenme” konusuna dikkat çeken Demirtürk, zaman zaman alaysamalı bir dille ifade eder bu konuda yaşanan gerçekleri:
“Ego şişindikçe;
cam Herküller,
köpük Herküller,
sanal Herküller
arzı endam eder
kavanoz dipli dünyada!
Kurulur uçsuz bucaksız
ben ülkesinin tepesine
o en bencil kartal,
haydi aslanım der
göster Herküllüğünü!”
Sahte Herküllerle doludur dünya. Sahtelik her yerde boy gösterir; ego, insanı şişirdikçe şişirir ve bir yanılsamanın tam ortasına atar. Benlik, kötülüğün olduğu kadar sahteliğin de asıl kaynağıdır Demirtürk’e göre.
Yazar, George Orwell’dan, Stefan Zweig’a ve daha pek çok yazara atıfta bulunarak onların yaşamlarına ve yapıtlarına ayna tutar; okurun zihnini o yapıtlara açar. “Büyük Birader’in gözleri”nin her yerde olduğu bu yaşadığımız distopik çağda, sıradan insanın dramına odaklanır.
Özdemir Asaf’a adadığı şiirinin girişi etkileyicidir. Bir şiirinde, bütün renklerin hızla kirlendiğini ve birinciliğin beyaza verildiğini söyleyen Özdemir Asaf’a şöyle der:
“Siyah yüklendi bütün renklerin günahını,
çileye hazır bir aziz, bir derviş gibi!”
Yazarın, eleştirel, ironik, sarkastik söylemi, onun bütün dizelerini kendine özgü bir yazınsal dünyaya taşır. Bu dünyada her şey karmaşık ve kaotiktir; dayanmak için insanın elinde ironiden başka bir tutamağı kalmamıştır. İşte bu yüzden acı bir tebessümle okuruz sayfaları.
İnsana ve dünyaya dair pek çok şeyi gösteren, sorgulayan yazarın, zaman zaman tragedyalardaki koronun sesine benzer bir ses ve söylemle metinlerini kaleme aldığını düşünürüz. Mete Demirtürk’ün şiirsel metinlerinde güncel dilin sıradanlığı, yüzey metnin aldatıcılığı yoktur; gerçekler yüce bir üslupla dillendirilir. Bazı basit sözlerin yer aldığı dizelerin ise ironi amacıyla metne yerleştirildiği fark edilir okudukça.
Yazarın kendi bireysel tarihinde ve geçmişinde de yıkımlar ve acılar vardır:
“Kül olmuş bir geçmiş
elimdeki zarf
ve hâlâ bir yangın yeri içim
ve dansıyla,
hiçliğin nesneleri dolduruyor
boşluğumu!”
“Hiçlik” ve “boşluk” gibi varoluşsal kavramlara yer veren yazar, boşluk ve hiçlik içinde yanıp kül olan bir geçmişi anımsıyor. Siyah Lâle’de yine aşk, kadın, ayrılık, sevda, tutku gibi temalara da yer veriyor Mete Demirtürk. Toplumsal tarihle kendi bireysel tarihini yan yana ve birbirine paralel olarak ilerletiyor; her iki tarihin de acılarla, yangınlarla, yıkımlarla, savaşlarla dolu olduğunu, elde kalanın, sadece mekânsal bir “boşluk”la, tümel varlığın zıddını oluşturan koskoca bir “hiçlik” olduğunu imliyor.
Siyah Lâle de Adressiz Sözler Durağı’ndaki gibi yoğun ve derin anlamlar taşıyan dizelerin ağ gibi örüldüğü metinlerden oluşuyor. Yazar, okudukça, düşündükçe ve sorguladıkça genişleyen bir evren sunuyor okuruna.
Şiirler adlı diğer kitabında yazarın yine “akıp giden zaman” meselesine akıl yorduğu, sevgileri, aşkları, ayrılıkları dile getirdiği görülüyor. Şiirlerinin bir kısmını anlatımcı bir tarzla yazıyor Demirtürk. Bu kitabında yer alan şiirsel metinlerin daha kısa dizelerden oluştuğu, yazarın kısayoğun bir edebiyatı deneyimleme çabası içinde olduğu görülüyor.
Louis Aragon’a göndermelerde bulunduğu Kompozisyon şiirinin dizelerinde;
“Bâzı an’lar, saatler simgesidir yaşamın.
Yoğun bir akışın gelip dayandığı,
ansızın kaybolan
koyu bir gölgeyle sırların,
sır olmaktan sıyrıldığı
yaşamın tam saatidir.” diyen Demirtürk, Aragon’un “Sana bir sır vereceğim, zaman sensin” diye başlayan “Elsa’ya şiiri”nin içindeki anlamlara açar kendi dizelerini.
Demirtürk, Catullus’un Şiiri’nde zaman konusunu şöyle işler:
“Zaman bir daralıyor, bir açılıyor,
Sanki bütün şimdiki zamanlar geçmiş bir zaman,
Ya da geçmiş zamanlar şimdi!
Eskiz adlı şiirde zamana dair şunları söyler:
“Gözünden vurmak istese de turnayı zaman,
yapar mı sanıyorsun senin için?
Binbir tuzakla, birbirine dolanmış
evetlerin, hayırların tokadıyla okur canına!
En büyük avcı zaman der bilgeler, bizlerse av?”
Küçük Bir Tebessüm’de küçük bir tebessüm olmak ister:
“Çok şey değil
kendini kandırmadan
küçük bir tebessüm olmak,
yeter ki,
çocuksu saflığın ışıdığı
bir dünyadan gelsin,
yeter ki,
bir bilgenin
sımsıcak gülümseyişi gibi
kendiliğinden olsun!” Bir çocuk saflığında, masum, içten, bir bilgenin art niyetsiz sıcak gülümseyişi olmak, o gülümseyişte yaşamak ister yazar.
Savaş kurbanları için yazdığı Ne Çare adlı şiirde çocuğunu kaybeden anneye seslenir. Düşlerim adlı şiirinde düşlerinin gölgesinde yaşadığını ve yılların geçip gittiğini dile getirir.
Bukowski’ye adadığı Bir Tinerci Baladı adlı şiirde toplumsal meseleleri ve bunlara dair sorgulamaları ve eleştirilerini bir tinercinin seslenişi aracılığıyla dile getirir:
“Sizin nâmus, erdem, dürüstlük dediğiniz şeyler
battığınız pisliğin izdüşümüydü.
Varsa yoksa, özlemiyle yandığınız
bitmeyen daha’larınızdı…
Mülkün dahası, postun dahası, kadının dahası.
Ve benliği marka, kusmuğu marka,
rezilliği marka, şeytanı marka…”
Mete Demirtürk, Şiirler kitabında da diğer kitaplarındaki temel edebi, felsefi ve psikolojik izlekleri sürdürüyor; insanın hayatla, dünyayla, zamanla, toplumla, diğer insanlarla, yaşadığı çağla olan meselelerini ve çelişkilerini sorgulamaya devam ediyor. Erdemi, barışı, sevgiyi, iyiliği, alçakgönüllülüğü, aklı, doğruluğu, dürüstlüğü, saflığı, masumiyeti yüceltiyor. Metinlerinde başka yazarların metinlerine göndermelerde bulunarak anlamları çoğaltıyor. Çoğu zaman “yüksek” diyebileceğimiz bir üslupla yazmaya özen gösteren Demirtürk, klasisizmin ilkelerine uyarak, daha doğru bir deyişle; klasisizmin ilkelerini kendi açısından yorumlayarak yazmaya özen gösteriyor; temel değerleri, vicdanı ve erdemi odağa alan hümanist bir yaklaşım sergiliyor.
Sonuçta, yaşadığımız çağı daha iyi anlamak ve anlamlandırmak isteyen Mete Demirtürk’ün, arkaik zamanlardan bugüne, insanı ve toplumları odağa alan, eleştiren, derinlemesine irdeleyen, anlamaya çalışan, okuru düşündüren kitaplarının değerini vurgulamak ve deneme türü ile şiir arasında bir sarkaç gibi salınan bu derinlikli metinleri, iyi edebiyata önem veren okurların ilgisine sunmak istiyorum.
Mete Demirtürk, Adressiz Sözler Durağı, Kanguru Yayınları, Ankara, Ocak 2025.
Mete Demirtürk, Siyah Lale, Kanguru Yayınları, Ankara, Ocak 2025.
Mete Demirtürk, Şiirler, Kanguru Yayınları, Ankara, Ocak 2025.
edebiyathaber.net (6 Ocak 2025)