Ocak ayında kaybettiğimiz yazar Metin Kaçan’ın son yazısını yeni edebiyat dergisi OT için yazdığı ortaya çıktı.
Metin Kaçan’ın yazdığı son yazı:
İyi bir şey olsaydı ölüm
Önce Tanrılar ölmezdi
Çocukluğumdan beri, ne zaman şiddetli bir rüzgâr esse, kalbim deli gibi çarpar, bir köşede gözlerimi kapatır geçmesini beklerim.
Çok uzun zaman önce olmalı… Çıplak ayaklarımla yürüdüğüm karanlık yolda, daha önce hiç bilmediğim bir yere gidiyordum. Derin bir nefesle denizin, yağmurun, etrafta uçuşan kumaşların, sanırım rüzgârın getirdiği her şeyin kokusunu ayrı ayrı aldım. Etrafta kendimi görebileceğim hiçbir şey yoktu. Bu yüzden uzun süre varlığımdan emin olamadan yürüdüm. Ara sıra ellerime ve çıplak ayaklarıma takıldı gözlerim. Yol boyunca ezdiğim taşların gürültüsünden başka tek bir ses duymadım.
Bu yürüyüş ne kadar sürdü hatırlayamıyorum ama nefes nefeseydim. Dar bir koridordan geçiyordum. Artık bir şeylere yaklaştığımı biliyordum. Karanlıkta saçları altın gibi parlayan bir kadın bana yaklaşmaya başladı. Korktuğumu anımsıyorum. Duraksadım. Yavaş hareketlerle nazikçe ellerimi tuttu. Ona güvenebileceğimi hissettim, birlikte yürüyorduk artık. Bir ara bana dönüp “İnanıyor musun?” diye sordu. “Kaybolduğumu, neye inanmam gerektiğini artık bilmediğimi,” söyledim. Gülümsedi. “Tanrılar,” dedi “Eğer inanmazsak ölürler. Ölüm kötü bir şey…”.
Neden bilmiyorum, onları tanıdığını düşündüm. Bazen efsaneler zaman içinde o kadar geniş topluluklara ulaşırlar, o kadar uzak coğrafyalara sürüklenirler ki sonunda dağılıp kaybolurlar. Bir daha asla tam anlamıyla bir araya gelemezler. Benim, inanmak istediklerimin başına gelenler gibi tıpkı. Efsanelerim öyle uzaklara gitmiş, o kadar çok unutulmuştu ki sonunda ben bile onlara inancımı kaybetmiştim. Belki haklıdır diye düşündüm. Artık inanmadığım, artık inanmadıkları için yok oldu efsanelerim.
Belki de tanrılar gibi öldüler. Ve sanırım bize sadece unutmayı öğretiyorlar uzunca zamandır. Evet evet, bu olmalı beni düşündüren şey. Saatlerdir nerede yürüdüğümü, nereye gittiğimi bile bilmememin nedeni bu. Niçin yağmur altında, bu sütunlu uzun yollarda yürüdüğümü hatırlamamı istemiyorlar. Hatırlamalıyım…
Tüm bu düşünceler zihnimi terk ederken, “İşte geldik,” dedi. “Alkyone seni bekliyor,”. Merdivenlerden tek başıma çıkmaya başladım. Korkunç, tarifsiz rüzgârlar esmeye başladı. Neredeyse ayakta zor duruyordum, zirveye doğru dizlerimin üzerinde taşlara tutunarak çıktım. Orada beyaz bir elbise içindeydi. Benim aksime o rüzgârla dans ediyordu. İnanılmazdı. Etrafra rüzgâr sesinden başka ses yoktu ama Alkyone havada savrulurken harika melodiler duyduğuma yemin edebilirim. “Kimsin?” diyebildim sadece.
“Ben Rüzgâr Tanrıçasıyım” dedi. Birden anladım neden orda olduğumu. En çok korktuğum şeylerden biri rüzgârdır.
Çocukluğumdan beri, ne zaman şiddetli bir rüzgâr esse, kalbim deli gibi çarpar, bir köşede gözlerimi kapatır geçmesini beklerim. Hatırladım. Ama neden bana bu korkumu hatırlatmak istemişti. “Hatırlamanı istedim çünkü benden tekrar korkmalıydın. Eğer korkmazsan ben sonsuza kadar yok olurum, bana inanmazsan rüzgârlarım beni öyle uzaklara savurur ki bir daha yolumu bulamam.” Dedi ve kayboldu… Açıkçası onun için üzülmüştüm. O unutulup ölmekten korkuyordu, bense hatırlayıp korkmaktan…
Merdivenlerden indiğimde tek başımaydım yine. Kılavuzum beni korkumun sahibesinin yanına, rüzgârların tam ortasına getirip bırakmıştı. Ne tuhaf, korkumun bana ihtiyacı olduğunu öğrendim. Kendini bana yine hatırlattı. Fırtınalarda kaçacak delik arıyorum eskiden olduğu gibi. Ama bu defa farklı. Bu yolculuk bana bir şey öğretti. “Contraria contraiis curantur! – Zıtlar zıtlara iyi gelir.”
20 Şubat 2013