Söyleşi: Gamze Erkmen
Metin Köse tarafından yazılan Aç Kapıyı Ben Geldim, geçtiğimiz Mayıs ayında Doğan Kitap etiketiyle yayımlandı. Mübadele yıllarının işlendiği romanda, Safranbolu’dan göçmek zorunda kalan ve Balkanlardan Anadolu topraklarına gönderilen insanlardan yola çıkılarak geçmiş ile bugün arasında bu anlamda bir bağ kuruluyor. Yazarın önceki eserlerine baktığımızda, toplumsal olaylara ilişkin yazmayı tercih ettiği görülüyor. Nitekim Kervan isimli kitabı, Adapazarı depreminden yola çıkılarak kurgulanmış, yine Mükellefiyet’te Osmanlı dönemindeki iş mükellefiyetinin bir benzerinin 1940’larda uygulandığı halinin yaşattıkları temel alınmış, Büyük Yürüyüş’te 1991 yılındaki büyük yürüyüş anlatılmak istenilmiş ve keza Göl Dağı isimli kitabında, Zonguldak’taki grizu patlamalarından yola çıkılarak madencilerin ve onlardan yola çıkılarak işçi sınıfının yaşadıkları işlenmiş. Merak edenler için, genel anlamda Metin Köse’nin yazdıkları ile son çıkan kitabının karakterlerini, Safranbolu’yu, mübadele yıllarını ve o yıllardan bugünlere kalanları konuştuk:
Yeni kitabınızın okuru bol olsun diyerek söyleşimize başlamak istiyorum. Aç Kapıyı Ben Geldim, Safranbolu’dan Yunanistan’a ve Balkanlardan Anadolu topraklarına gönderilen muhacirlerin yaşadıkları hakkında. Daha önce yayımlanan kitaplarınızı incelediğimde gördüğüm o ki, daha çok toplumsal olaylara ilişkin yazmayı tercih etmişsiniz. Deprem, maden ocaklarında meydana gelen felaketler, mübadele gibi aslında insan hayatını kökünden değiştiren olayların yansımalarını aktarmışsınız. Buradan yola çıkarak sormak istediğim, toplumsal olaylara ilişkin kurguları temel almanızın sebebi nedir?
Öncelikle sizi ve Edebiyat Haber okuyucularını selamlayarak başlamak istiyorum. Kitaplarımdaki konuların hepsi beni derinden etkilemiş olaylardır. Beni etkilemeyen bir olayı yazamam zaten. Mükellefiyet, Göl Dağı ve Büyük Yürüyüş romanlarım -ki; ben bunlara Zonguldak Üçlemesi- diyorum, madencilerin yaşamını anlatır. Benim Babam Başmadenciydi. Gündüzleri madende çalışırdı. Hatta geceleri göçük, grizu olduğunda kalkıp yine madene giderdi. Akrabalarımız, komşularımız hep madenciydi. Dolayısıyla bunlar bizim yaşadığımız olaylardı. Maden kazalarını, grizuları dinleyerek büyüdük. Bir işçi ailesinin evinde ne konuşulur, nasıl bir yaşam vardır, bunları iyi bilirim. Arkadaşlarımdan madende babasını kaybedenler oldu. Bir çocuğun babası öldüğünde o çocuk ne hisseder iyi bilirim. Bunlar beni çok derinden etkilemiştir. İnanıyorum ki, bu derece keskin olaylar mutlaka bende travmatik izler bırakmıştır. Çünkü hergün iş kazalarının, grizuların, ölümlerin olduğu bir yerde babanız sabah kalkıp madene gidiyor. Sadece bende değil birçok madenci ailesinde bu tip travmaların olduğunu düşünüyorum. Sorunuza dönecek olursak yaşanmışlıklardan yola çıkıyorum. O yüzden toplumsal olayları seçiyorum. Tabi burada hemen şöyle düşünebilirsiniz, Aç Kapıyı Ben Geldim, 1924 yılında siz henüz doğmamışken yaşanmış bir olay diyebilirsiniz, hemen cevaplarım: Roman konusunu tüm detaylarıyla araştırıp dosyaları önüme aldığımda; oradaki tarihler, şekiller, kıyafetler, isimler, eşyalar falan derken içimde duygusal bir zaman yolculuğu başlar. Bu size komik gelebilir ancak benim için böyledir. Günlük yaşamım şeklen devam ederken beynimin arka planında sürekli değişen kurgular, birbiriyle tartışan karakterler, kısacası yoğun bir gündem vardır. Tıpkı doğum sancıları çeken bir kadın gibi. Ve bu hal uzun süre devam eder. Yazmaya başlayınca kısmen rahatlarım. Ancak bu sancılı dönem yazım süresince birkaç kez tekrarlanır. Yazım sürecinin ortalama iki yıl olduğunu düşünürseniz, yaşananları tahmin edin artık.
Yine ilk sorunun ışığında, internet sitenizde –belge roman- tarzında yazdığınızı da belirtmişsiniz. Fikirlerinizi merak ediyorum, belge roman tam tabiriyle ne demektir ve bir yazar olarak kimlerin, nelerin hikâyelerini yazma dürtüsü içerisindesiniz?
Belge roman, gerçek olaylara dayanan, belge ve incelemeyle desteklenen bir roman türü. Benim bu tarzı seçmiş olmam ise tamamen yaşadıklarımla ilgili. Zonguldaklı bir madenci ailesinin çocuğuyum. Bizim orada herkes maden işçisidir. Ve Zonguldak köylüleri hem Osmanlı hem Cumhuriyet döneminde zorla madende çalıştırılmışlardır. Madenden kaçanların eşleri ve kızları jandarma tarafından rehin alınmıştır. Bu utanç verici olayları, yaşanan acıları, sindirilmiş halkı tüm çıplaklığıyla anlatmak gerekti. Çok trajik olaylar vardır. Yaşananlar hala açıkça söylenmez. Ben bunları anlatmak için yola çıktım. Bir çeşit donkişotluk benim yaptığım. Kral çıplak diyen çocuğum ben. Bir oda da oturup kurduğum hayalleri yazmadım. Yaşanan toplumsal travmayı anlattım. Hem de belgeleriyle. Bu yüzden de tarzım belge roman oldu diyebilirim. Sorunuzun ikinci bölümüne gelince, bir kitap yazmadan önce detaylı araştırma yapıyorum. Ortalama bir yıl süren bir araştırma. Aç Kapıyı Ben Geldim için de böyle oldu. Sonra o konuyu nasıl romanlaştırabilirim buna çalışıyorum. Tüm hazırlıklar bittikten sonra -giriş cümlesi- de benim için özel bir önem taşıyor. Bu kaldırımlarda yürüyerek olgunlaşıyor. Kendime örnek aldığım yazar Balzac’tır. Onun gibi yazabilmeyi çok istiyorum. Yazarken arada bir göletteki akarsu gibi tıkanıp kalırım. İşte o halden beni kurtaran Balzac’tır. Onun betimlemelerine hayranım. İnsan duygularını çok güzel anlatıyor. İnsanlık Komedyası adını verdiği toplam 86 roman yazmış. Bunların 40 kadarı dilimize çevrilmiş. Romanlarında 1500 karakter oluşturmuş. Ve bu karakterlerin 500 tanesini birçok romanda kullanarak okuyucunun karakteri daha iyi tanımasını sağlamış. Net olarak şunu söyleyebilirim Balzac’ın klasikleri gibi bir eser ortaya koyabilmek en büyük arzum., araştırma ve incelemeye dayanarak oluşturulan roman türü
Aç Kapıyı Ben Geldim, konu itibariyle naif olarak nitelendirilebilecek bir roman. Karakterlerin bütünüyle ‘iyi’ karakterler olarak kurgulanmış olması dikkatimi çekti. Bu durum, konunun temelini oluşturan mübadele kararının, roman kurgusunda bulunması gereken çatışmayı yeterince içeriyor olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Karakterleri kurgularken tam olarak yaşatmak istediğiniz neydi ya da kimdi?
Romanda savaşın yüzyıllardır birlikte yaşayan insanları nasıl ayırdığını anlatmak istedim. Aslında savaşın ne kadar kötü olduğunu, bir insanın doğup büyüdüğü yerlerden gitmek zorunda kalmasının ne kadar büyük bir acı olduğunu belirtmek istedim. Bunu tam olarak anlamak için, tüm kitaplarımda yaptığım gibi şöyle bir empati yaptım: kapımın çalındığını, -buradan gidiyorsunuz-, dendiğini düşündüm. Kitaba da aynı şekilde yazmışımdır: “birgün kapınız çalınıp, -buradan gidiyorsunuz- deniyor” Bir insan için ne kadar üzücü değil mi? Atalarınızın mezarlarını bırakıp gidiyorsunuz. Bu Balkanlardan buraya gelenler için de aynı. Okuyucuya duyguyu tam anlatabilmem için böyle empatiler yapıyorum. Tüm kitaplarımda yapıyorum. Büyük Yürüyüş romanımda 1992 yılında Zonguldak Kozlu’da şehit olan 263 madenciyi anlatırken -ki; Kozlu büyüdüğüm yerdir- ağlamaya başladım, günlerce doğru düzgün yemek yiyip uyuyamadım. Evet, romanın kurgusunda yeterince çatışma vardı. Bunun yanında konuyu araştırdığımda Safranbolu’da hem gidenlerin hem de kalanların gerçekten çok üzgün olduklarını bu ayrılığı kabullenemediklerini öğrendim. Ortodoksların, Müslümanlar tarafından duygusal bir ortamda yapılan uğurlanma töreni bugün bile dilden dile anlatılmaktadır.
Karakterlerin tümü iyi değil aslında. Ancak dediğiniz gibi mübadele zaten gereken çatışmayı veriyordu. Benim amacım insanın duygularını anlatabilmek. Olaylar karşısında neler hissederiz. Çünkü hepimiz et kemik yığınıyız. Bizi biz yapan duygularımız ve düşüncelerimiz. Her toplumun iyisi ve kötüsü var. İnsan odaklı bakmaya çalışıyorum. Ve insanın olduğu yerde her şey var.
Türkülerin, efsanelerin, masalların kurgunun içine yedirilmiş olduğu gözden kaçmıyor. Kaldı ki, romanınızın adı olan Aç Kapıyı Ben Geldim, aslında bir Safranbolu türküsü. Aynı zamanda mesleği yazarlık olan Tekin isimli karakter tarafından, Yaşar Kemal, Tolstoy ve Balzac hakkında bilgiler veriliyor, bu ünlü yazarların anıları anlatılıyor. Kurgu içinde öğreticiliğin olması gerektiğini benimseyen yazarlardan mısınız?
Bir roman ders kitabı değildir ancak bilgi veren tarafları da olmalı bence. İnsanlara yeni şeyler öğretmeli. O yörenin, yemeklerini, şarkılarını, ninnilerini, manilerini anlatmalı. Özellikle köyden kente göçün hızla yaşandığı bu dönemde ciddi kültürel kopmaları göz önüne alırsak yerel tarih romanlarının bu gelenekleri belgelemesi gerektiğine inanıyorum. Bunu daha önceki romanlarımda da yaptım. Yaşlılarla konuşup unutulmaya yüz tutmuş yöresel adetleri ve yemekleri araştırıp yazdım. Aç Kapıyı Ben Geldim’de Safranbolu’ya özel -Peruhi- yemeğini de bu amaçla anlattım. Doğrusu iyi de oldu.
Yazarlar konusuna gelince; aynı mekanda farklı zamanlarda yaşayan insanları karşılaştırmayı seviyorum. Farklı zamanlardaki -an parçacıkları- ve o parçacıklarda yaşayan insanlar bana ilginç geliyor. Bunu şu an yazmakta olduğum Amasra romanında daha yoğun uyguladım diyebilirim. Çünkü yaşam denilen süreçte, mekanlar ve olaylar aynı, ancak insanlar farklı oluyor. İnsan değişmiyor aslında, -aynı- dediğimiz mekanda bile yüzeysel değişimler olurken insanın sadece kullandığı aletler değişiyor. İnsan değişmiyor. Davranışsal açıdan bunu söylüyorum. Örnek olarak; bundan on bin yıl önceki insan davranışlarıyla bugünkü aynı. Kavgalar, savaşlar, kıskançlıklar aynı. Hiç bitmiyor. Sadece insan dün ok kullanırken bugün füze kullanıyor. Demek ki, değişen sadece kullanılan aletler. Sümer Tabletlerini incelediler. O tabletler bugünkü anlamda bilgisayarın hard diski. Mahkemelerin dava konuları tabletlere yazılıp pişirilmiş. Oradaki dava konularıyla günümüz insanının mahkemelerdeki dava konuları aynı. İkisinde de, kız kaçırma, sınır davaları, miras kavgaları gibi konular yer alıyor.
Romanımda olayı, aynı mekanda ve iki farklı zamanda akıtarak anlattım. Buradaki yazar örnekleri ise toplumsal çıkarımlarla ilgilidir. Ahmet Hamdi Tanpınar; insan huyunun elbiseye nasıl geçtiği, Yaşar Kemal; insanların tanınmış birini (yazarı) nasıl acımasızca eleştirdiğini, Tolstoy; bir olayı her insanın ne kadar farklı anlattığını belirtme amacıyla romana yerleştirdim.
Kurgunun temelinde zorunlu bir terk ediş teması mevcut. Bir gün siyasi bir karar alınıyor ve yaşadığınız evi, şehri ve hatta ülkeyi terk etmek zorunda olduğunuz söyleniyor. Bu temelden yola çıkarak, gidenleri, kalanları, siyasetin ayrıştırıcı fenalığını romanın kurgusu kapsamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğrusu daha önce Safranbolu’dan mübadele olduğunu bilmiyordum. Ve bu olayın bugüne dek yazılmamış olmasına da çok üzüldüm. Okullarda bize genel tarih öğretiliyor. Yerel tarih ise ancak özel olarak araştıranların konusu. İşte yazarın görevi burada başlıyor. Zonguldaklı bir yazar olarak (Safranbolu eskiden Zonguldak’ın ilçesidir) bunları ortaya çıkarıp anlatmalıyım. Buna şu olayla karar verdim: Alexandre Puşkin’in -Goryuhino Köyü Tarihi- öyküsünü okurken bir söz beni çok etkiledi. Şöyle diyordu Puşkin; “Köyümün tarihini yazdım! Öyle mutluyum ki! Artık huzur içinde köşeme çekilebilirim!” O zaman düşündüm: bir yazarın köyünün tarihini yazması onu -artık köşeme çekilebilirim- dedirtecek kadar mutlu ediyor. İşte bu mutluluğun resmidir. Hani Abidin Dino’ya demiş ya Nazım Hikmet, “bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”
Ve Puşkin’in dediğini yaptım. Mükellefiyet romanımda madencilerin çıkış noktası köyümden başlar. Ayrıca Bolu Sancağı Hızırbey İli Evkaf Defteri’nde köyümün tarihini hatta kendi soyadımı buldum. “Köse Hacı’nın bir çiftlik yeri vardır, vakfı evlat, Yıldırım Beyazıt Hüdavendigar nişanıyla” ifadesi var. Törenle açılış yapıp bir kitabe diktim. Çok mutluyum. Puşkin haklıymış. Ancak köşeye çekilmek yok.
Kitabın sonunda hissedilen şey tam olarak yarım kalmışlık hissi. Aynı zamanda okur Safranbolu’yu neredeyse sokak sokak öğreniyor. Safranbolu ile ayrı bir bağınız olduğunu öğrendiğim için sormak istiyorum; sizce bugün Safranbolu’da zorunlu göçün sebep olduğu o yarım kalmışlık hâlâ hissediliyor mu? Kurgunuza mekan olarak Safranbolu’yu seçmenizin özel bir sebebi var mıydı?
Ortodokslar mübadil olarak gittikten sonra Safranbolu’da taş ustası ve terzi kalmamış. Kastamonu’dan terzi aramışlar. Yarım kalmışlığı anlatan örnekler hemen hissediliyor. Konakların taş duvarlarını Ortodokslar duvar üstündeki ahşap işçiliğini Müslümanlar yapmışlar. Bu bile bir çeşit yarım kalmışlık belgesi. Zonguldak yerel tarihini yazmaya devam ettiğimden Safranbolu’yu seçtim. Yerel tarih yazımı Amasra ile Karadeniz bölgesini kapsayan şekilde devam ediyor.
Balzac, romanlarında birini anlatırken öyle detaylara girer ki, anlatılan kişiyi gözünüzle görür gibi olursunuz. Benzer şekilde Aytmatov da öyledir. Ben bu tarzı seviyorum. Birkaç yıl önce Beylikdüzü kitap fuarındaki imza günüme gelen bir kadın okuyucum, Kozlu’yu görmek istediğini söyledi. Neden diye sorduğumda Göl Dağı romanımdaki Kozlu betimlemesinden çok etkilendiğini anlattı. Ne kadar mutlu oldum bilemezsiniz. Empati yapıyorum demiştim ya, Safranbolu’da dolaşırken yıllar önce sokaklarda gezenleri görür gibi olurum. Merdiven tırabzanlarına, taşlardan örülmüş duvarlara dokunduğumda, buralara yüzyıllar önce insanların dokunduğunu düşünür, onların ellerini tuttuğumu hayal ederim. Yazmaya başlamadan önce o mekanla duygusal bir bağ kurduğumu söyleyebilirim. Bu konuda çok yoğun bir hayalleme içindeyim. Yazdığım karakterler benim arkadaşlarım olurlar. Karakterlerle öylesine iç içe oluruz ki, çoğu zaman yaşadığım ortamdan koparm. İç dünyamda onlarla birlikte yaşıyorum. Ne yazık ki, roman bitince beni terk ediyorlar. O zaman kendimi çok yalnız hissediyorum.
Safranbolu’da mübadele hala hüzünlü bir şekilde anlatılır. Benzer şekilde Balkanlardan gelenler de aynı duygularla anlatılır. Yarım kalmışlık hissi hala devam ediyor ki, her yıl Safranbolu-Skydra arasında düzenli ziyaretler gerçekleştiriliyor. İki şehir kardeş belediye olmuşlar. Mübadeleyi bizzat yaşayanlar hayatta değiller ama onların torunları bu duyguları yaşatıyorlar. Bunu daha iyi anlatabilme adına romanımı 1924 ve 2014 olmak üzere iki zaman çizgisi üzerinde kurguladım.
Öyle bölümler var ki, bir bölümün bittiği cümle ile diğer bölüm başlıyor ve kurguda bu bölümler arasında neredeyse doksan yıl var. Biçim, yazarken sizin için ne kadar önemlidir? Yazmadan önce hem kurguya hem de biçimine ilişkin bir taslak oluşturur musunuz, yoksa yazarken mi karar verirsiniz?
Romanda farklı zamanlardaki olayların benzerliklerini verebilmek istedim. Biçim, benim için çok önemli. Ben bir romanı nehrin akışına benzetiyorum. Düzgün akan, bazen çağlayıp coşan, bazen dinginleşen bir nehir. Psikolojik anlamda ben bir işitselim. Bilirsiniz insanlar psikolojide görsel, işitsel ve dokunsal olmak üzere üç türlüdür. İşte ben işitselim. Sesler benim için çok önemli. Güzel konuşmayan insanlardan uzak durmaya çalışırım. Onlar bana gürültü kirliliği gibi geliyor. Anlaşılır, net, duygulu bir sese sahip insanlarla konuşmayı seviyorum. Yeri gelmişken aslında güzel konuşma, okullarımızda zorunlu ders olmalı. Çevremde iyi eğitim görmüş, master doktora yapmış insanlar var hele hele o gençler inanın çoğu konuşma özürlü. İnternet dili konuşuyorlar.
Romanda öncelikle kafamda bir taslak oluştursam da bu bazen değişebiliyor ancak biçim benim vazgeçilmezim. Seste duyguyu yakalayabilmek için çocukluğumdan bu yana çalışıyorum. Bunda yaptığım radyo programlarının faydası da oldu. On yıl radyo, üç yıl TRT Televizyonunda programlar yaptım. Programları kaydedip tekrar dinler hatalarımı bulurdum. Ardından iki şiir albümüm yayınlandı. Albümlerim Ankara Geştalt Psikoterapi Derneği’nde sesim dinlendirici bulunarak terapide kullanılıyor. Sonra Mevlana’nın Mesnevisini (6 cilt) seslendirip internete yükledim. Herkes telifsiz olarak dinleyip indirebiliyor. Güzel konuşmak, benim için çok önemli. Konuştuğum gibi yazmaya çalışıyorum. Cümleler okuyucuda bir heyecan yaratmalı. Coşturmalı, dinginleştirmeli, hüzünlendirmeli. İnsan duygularını ancak böyle anlatabilirsiniz. Sonuçta insan duygularını yazıyorum.
Her yazarın kendi dilinin onu yazmaya ittiği bir tür mutlaka vardır. Siz de bugüne kadar roman yazarak yolunuza devam etmişsiniz. Roman dışında başka türlere ilişkin yazmayı düşünüyor musunuz?
Panta Rei isimli kitabım deneme, mektup ve şiirden oluşuyor. Goethe’ye bir mektup yazmıştım: “Aziz dostum size tam 174 yıl uzaktan yazıyorum” diye başlıyordu. En başta şiirler yazmıştım. Senaryo denemem oldu. Ancak kendimi en iyi bulduğum tarz roman. Romanda duyguları gerektiğince ifade edebildiğime inanıyorum. Bu arada önümüzdeki günlerde bir Youtube kanalı kuruyorum. Mesnevi’yi yeniden görüntülü olarak seslendirmek istiyorum. En büyük hayalim ise Balzac gibi eserler yazabilmek.
Bugüne kadar yazma hevesinizi tetikleyen, başucu kitaplarınız nelerdir?
Puşkin, Balzac, Goethe, Tolstoy, Aytmayov, Tagore, Necip Mahfuz. Bunların tüm eserleri tetikleyici. Puşkin’in Goryuhino köyü tarihi ve Yüzbaşının kızı. Balzac’ın Altın Gözlü Kız, Kibar fahişelerin İhtişam ve Sefaleti, Goriot Baba. Goethe’nin Faust ve Genç Werther’in acıları. Tolstoy’un Anna Karenina, Savaş ve Barışı. Aytmatov’un Toprak Ana, Dişi Kurdun Rüyaları, Gün Olur Asra Bedel. Tagore’un sevgiyi kıyısız denize benzettiği şiirleri. Necip Mahfuz’un Kahire Saray Üçlemesi. Bunlar ilk aklıma gelenler. Bir yazarı sevdiğim zaman onun biyografisini ve hakkında yazılanları araştırıyorum. Goethe’nin asistanı Akkerman’ın üç ciltlik anılarını da okudum. Balzac ve Tostoy’un tüm yaşamını inceledim. İkidi de bu dünyaya yazmak için gelmişler. Rus ve Fransız edebiyatı gerçekten çok güçlü. Birkaç yıl önce Bülent Ecevit Üniversitesi’nde Fransız yazar Emile Zola’nın Germinal romanıyla benim maden romanlarımı karşılaştıran bir inceleme yapıldı ve yayımlandı.
Bu alanda sürekli üretmeye çalışıyorum. Elimdeki Amasra çalışmasını yıl sonu bitirip yeni bir projeye başlamak istiyorum. Kısacası devamlı bir program içindeyim. Kitapların dünyasında, insanlardan tamamen kopuk yaşıyorum. Doğrusu bundan şikayetçi de değilim. O henüz yazamadığım Balzac romanını yazabilmek için kıvranıyorum. İşte benim hikayem bu.
Bu söyleşi için size teşekkür ederken, Edebiyat Haber okuyucularına saygılarımı sunarım.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (6 Eylül 2017)