Dönem dönem tartıştığımız önemli konulardan birisi entelektüeller ve entelektüellik. Entelektüel kimdir? İşlevi nedir? Bir işlevi olmalı mıdır? Ve bir işlevi varsa da bu nasıl bir şeydir? Soruları arttırabiliriz. Kendi coğrafyamız açısından düşündüğümüzde özellikle son zamanlarda artan baskıcı devlet politikalarıyla yüz yüze olduğumuz ve bu nedenle her kesimin olduğu gibi “entelektüel” olarak tanımlayabileceğimiz kesimlerin de bu politikalardan etkilendiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Gazeteciler, akademisyenler, yazarlar ve daha pek çok kesim devlet iktidarının kendisi dışında kalanlara uyguladığı politikalar sonucunda “kapatılıyor” ve hâttâ tecrit ediliyor. Böyle bir ortamda elbette entelektüalizm tartışılması gereken bir konu olarak çıkıyor karşımıza. Bu konuyu tartışan ve entelektüelin işlevine yeni yorumlar getiren düşünürlerden birisi de kuşkusuz Michel Foucault. Ayrıntı Yayınları’nın “seçme yazılar” başlığı altında yayınladığı “Entelektüelin Siyasi İşlevi” adlı metin, Foucault’nun bu konudaki düşüncelerini anlamamız bakımından oldukça önemli ve bana kalırsa bugünlerde tekrar hatırlanması gerekiyor.
Foucault, on sekizinci yüzyıldan bu yana Batılı entelektüelin, kendisini “hakikat sözcüsü” olarak gördüğünü ve bu misyon vasıtasıyla da iktidara karşı verilen tüm direnişlerde, “hakikati” bilmeyen kitlelerin bilinci, vicdanı ve öncüsü olarak kendisini konumlamış olduğunu düşünüyor. Ona göre: Kitlesel mücadelelerin amacı devrimdi ve devrimden sonraki dönüşüm için de entelektüellere iş düşüyordu. Çünkü entelektüellerin bilip kitlelerin bilmediği bir şey vardı “hakikat.” Bu anlamdaki “hakikat”, tahakkümcü ve negatif bir iktidarın dışına konumlanıyor ve sadece entelektüel, bu bilgi sayesinde kitlelerin dışında bir yerde kendisini tanımlayabiliyordu. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda ise evrensel adalet ve yasa insanı yerini “solcu entelektüele” bırakmıştı. Kitleler için artık sınıf mücadelesi verme zamanıydı. Entelektüel burada da hemen proletaryanın öncülüğüne soyundu. Bu bahsettiğimiz entelektüel tavır elbette “aydınlanmacı evrensel akıl” ile de yakından ilişkiliydi. Böylece entelektüel, aklın sınırları içerisinde, tüm dünya için ideal, kesin ve bütünselleştirici olan evrensel bir formül bulmanın peşine düşmüş oluyordu. Ancak bugün bakıldığında böyle bir formül olamadığını görüyoruz. Çünkü her toplumun kendi dinamikleri, kültürel edimleri, direniş pratikleri farklı. Ayrıca entelektüelin “aydınlatmaya” çalıştığı kitleler zaten işin içerisinde olduklarından, durumu onlardan daha iyi kavrayabilecek konumdalar. Sanırım Foucault içinde böyle bir sorun vardı ki o şöyle söylüyor:
“Entelektüelin rolü başkalarına ne yapmaları gerektiğini söylemek değildir. Bunu hangi hakla yapar? Son yüzyıllarda entelektüellerin formüle ettiği ve sonuçlarını gördüğümüz tüm kehanetleri, vaatleri, buyrukları ve plânları hatırlayın.”
Foucault bu nedenlerle derin bir entelektüel analizine girişiyor. Ve onun bu teorisi “iktidar”, “hakikat”, “bilimsellik” gibi kavramlardan yola çıkarak bize bu konuda radikal değişiklikler öneriyor. Foucault için iktidarın tek merkezli bir kavrayış olmadığını biliyoruz. Ona göre iktidar merkezsiz, her yerde her durumda karşımıza çıkabilen, bizzat öznenin kendisinde bile bulunan karşılıklı yaygın bir ilişki biçimi. Son yıllarda dünyada gerçekleşen birçok direniş örneğinin de, bize iktidarın karşılıklı ilişkisini göstermiş olduğunu gözlemliyoruz. Bir yerde baskı varsa, yaşam bir şekilde tahakküm altına alınıyorsa görüyoruz ki o baskıya karşı bir baskı ortaya çıkabiliyor. Ve bu aslında Foucault’nun eleştirisini desteklercesine tüm dünyayı kurtarma amacından çok yerel ve bulunduğu toplumun kendi dinamikleri içerisinde gerçekleşiyor. Bu da bizi evrensel ideal devrimler olamayabileceği konusunda düşündürürken, bize öncülük ettiğini öne süren tüm dünya için evrensel formüller üretmeye çalışan, entelektüel üzerine de düşünmeye itiyor.
Foucault bahsettiğimiz evrensel hakikatin savunucusu entelektüele karşı yeni bir entelektüel fikri ortaya koyuyor. Bu yeni entelektüel ona göre: Spesifik bir disiplin ya da kurumda çalışan kişidir; hastanede, akıl hastanesinde, laboratuvarda, üniversitede, ailede vb. Spesifik entelektüelin bilgisi; bütünleştirici bir bilgi, birleştirici bir toplum teorisi değil; spesifik yerel bir alandaki uzmanlığı ve becerisidir. Foucault’ya göre; bu yeni entelektüelin doğuşu İkinci Dünya Savaşı ve atom fizikçisiyle olmuştur. Atom fizikçisi tüm dünyayı ilgilendiren bir konumda olduğunu göstermiş böylece hem hedef hem de tehdit haline gelmiştir. Yani bir anlamda iktidarlara karşı kendi iktidarını kurabilmiştir. Elbette spesifik entelektüel kurumsal bir yapının, devletin ve sermayenin hakim olduğu, genel hakikat söylemlerinin tahakkümünün baskın olduğu bir alanda çalışmaktadır. Ancak bu onun bulunduğu kurum içerisinde kendi iktidar alanını yaratma potansiyeli olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu entelektüelin rolü yine Foucault’ya göre; “İktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etmektir. Bilginin, hakikatin, bilincin, söylemin oluşturduğu düzende.” Sanırım burada yapılması gereken bulunulan ortamda hastanede, fabrikada ya da okulda geçerli genel hakikat ve söylemin gücüne karşı kendi gücünü ortaya koyabilmek ve tüm bu genellikleri aşındırmak. Çünkü yine Foucault’nun belirttiği gibi; “İktidarın olduğu yerde baskı uygulanır.” Ve bu baskıyı uygulamak bireyin kendisini bir iktidar kategorisi olarak üretebilmesine bağlı, kısacası o güç hep var ve kullanmak elimizde.
Entelektüelin evrensel hakikat sözcülüğünü elinden alan bir diğer durum daha var Foucault’ya göre. Entelektüel artık kitlelerden ya da proletaryadan daha üst konumda değil hâttâ onlara oldukça yakın. Düşünüre göre bunun iki nedeni var. Birincisi, bunun gerçek, maddi ve gündelik mücadelelerle ilgili bir sorun olması; ikincisi de farklı bir biçimde olmakla beraber, genelde proletaryayla veya diğer kesimlerle entelektüelin aynı düşmanla, yani çokuluslu şirketlerle, yargıyla, polisle ve hâttâ bugün buna medyayı da ekleyebiliriz karşı karşıya kalmaları. Bu şöyle bir şeye de yol açtı sanırım üst bir entelektüel sınıf vardı ve bu sınıf genellikle sistemin ve devletin “hakikat rejimine” karşı kendi hakikatini koymaktan çok genel hakikatin bir yerine konumlanıyor ve varlığı o hakikatin içerisinde kayboluyordu. Foucault’nun spesifik entelektüeli ise kendi uzmanlığının getirdiği gücün bir şekilde farkında olan ve bunu genel hakikat rejimine karşı kullanabilen ve bu nedenle de devletin baskı aygıtlarıyla toplumun diğer kesimleri kadar karşı karşıya kalabilen bir konumda yer alıyor. Bunun sonucu olarak da öncülük misyonundan çok iktidarın dağılmasında ve merkezsizleşmesinde rol oynuyor.
Foucault her toplumun kendi hakikat rejimi ve hakikat siyaseti olduğunu düşünüyor. Ve ona göre; entelektüel, toplumumuzun yapısı ve işlemesi açısından vazgeçilmez yere sahip olan, bu genel hakikat rejimi düzeyinde etkili olabilir ve mücadelesini sürdürebilir. Ve hakikat keşfedilecek ve kabul edilecek bir hakikatler bütünü değil, doğru ile yanlışın birbirinden ayrıldığı ve doğruya bir takım spesifik iktidar etkilerinin yüklendiği kurallar bütünü. Amaç bu nedenle hakikate ulaşma onu keşfetme değil, hakikatin oynadığı role ilişkin verilen bir mücadele. Ve bu sebeple de Foucault açısından entelektüeli hakikat ve iktidar terimleriyle düşünmemiz gerekiyor.
Tüm bunlara bugün kendi coğrafyamızdan baktığımızda da aslında verilen mücadelenin özellikle akademisyenlerin verdiği mücadelenin bu anlamda değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Var olan genel hakikat rejimi üzerine bir direniş sergilendiği için bugün insanlar “kapatılma” ile karşı karşıya kalıyorlar. Yani verilen mücadele, zaten iktidar olan bir hakikatin güçlü ve etkili olduğu alanda gerçekleşiyor ve ona karşı bir hakikat mücadelesine dönüşüyor. Ve bu anlamda da Foucault’nun entelektüel analizi bana şu an çok uzak olmadığımız bir yerde duruyor gibi görünüyor.
Emek Erez – edebiyathaber.net (31 Mart 2016)