Michel Foucault’nun “iktidar her yerdedir” sözünü sanırım duymayan kalmamıştır. Peki nasıl bir şeydir bu iktidarın “her yerdeliği”? İktidar her yerdedir çünkü biz iktidarı her ilişkide üretiriz. Bu bize bahşedilmiş bir durum olmadığı gibi herhangi bir şeyin bizi kuşattığı anlamına da gelmez, iktidar toplumlarda bulunan karmaşık ve stratejik durumun adıdır. Ve de iktidar, eşitsiz ve hareketli ilişkilerde ortaya çıkar, üretilir ve devam ettirilir.
Geçtiğimiz yıl içerisinde Metis Yayınları tarafından basılan ‘Güzel Tehlike’ kitabı Foucault’nun sözün, konuşmanın, söyleşen iki kişinin arasındaki iktidar ilişkisinin varlığına dair düşünceleriyle ilgili önemli ipuçları veriyor. Kitapta daha çok söyleşi ve basın toplantılarındaki iktidar ilişkisi öne çıkıyor denilebilir. Bir basın toplantısını düşündüğümüzde kürsüde açıklamayı yapacak olanlar karşıda da basın mensupları olduğu düşünüldüğünde sadece görsel olarak bakıldığında bile bir iktidar ilişkisinin varlığını ve gücü elinde tutanın kim olduğunu hayal edebiliriz. Foucault bu konuda “deneyler” yaparak sözün gücünü konuşmanın iktidarını tersine çevirir. Katıldığı toplantılarda kendini öne çıkarmaz Foucault olarak değil sıradan birisiymiş gibi eklemlenir bulunduğu yeri bir sunum veya demeç mekȃnı haline getirmez konuşulmaması gerekeni konuşulmaması gereken bir yerde örneğin bir şapelde dile getirir, konuşur. Böylece konuşmanın sözün iktidarının konuşacağı düşünülene değil karşı tarafa geçmesini sağlar. Bu da aslında iktidar dediğimiz şeyin Foucault’cu bir yaklaşımla düşündüğümüzde değişkenliğinin ve hareketliliğinin göstergesidir. Bu nedenle de iktidar adını verdiğimiz kelime her yerdeliği tek tek bedenlere dağılacak kadar geniş bir çerçevede ele alınabilecek bir durumdur.
‘Güzel Tehlike’ kitabı yalnızca konuşmanın ya da sözün iktidarıyla da ilgili değildir, Kitabı oluşturan Claude Bonnefoy ile gerçekleştirilen söyleşidir. Kitabın girişinde bahsedilen deneyler Foucault için bu söyleşinin böyle bir anlamı olabileceği düşünülerek yer verilmiştir. Daha ilk baştan itibaren söyleşi Foucault’nun gönülsüz olduğu bir yere doğru çekilince konu “halının arka yüzüne” doğru yani Foucault’nun istediği yöne doğru kayacaktır. Kitap bir söyleşi olmasının ötesinde özellikle yazarın yazma edimine dair oldukça önemli atıflar içermektedir. Foucault söyleşide yazmanın kendisi için büyülü bir şey olmadığından, çocukluğunda bu konuda çok sıkıntı çektiğinden kendisine artı ödevler bile verildiğinden bahseder. Otuz yaşlarında yazmaya yöneldiğinden de söz eden yazar –metin açıklama, tez yazma, sınav verme- gibi durumların da kendisin yazmayı sevmemesinde etkili olduğunu belirtir.
Kitaptan ayrıca Michel Foucault’nun yazma sıkıntısının en önemli sebeplerinden birisinin de dil olduğunu öğreniyoruz. Devamlı olarak memleketinden uzak kalmak zorunda olan bir filozofun samimi açıklamaları ve anadil vurgusu bu gün devamlı konuştuğumuz dil meselesinin önemini bir kere daha hatırlatıyor. Çünkü ona göre dil “tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.” İnsanın söyleyebileceğini tam olarak ifade edebildiği dil sanırım çocukluğundan itibaren en geniş anlamıyla bildiği dilidir. Bu nedenle başka dilde yazılan yazı söylenen söz hep eksik ve sınırlı olacaktır, Michel Foucault için de dilinden uzak olmak, yabancı bir dilde ifade çabası onun yazma isteğini –her ne kadar bizler yani okurları fark etmesek de- etkilemiş görünüyor
“Başkalarının gerçekleşmiş sayılan ölümü üzerine yazıyorum ben.” Yazar kendisi için yazmanın aslında ölülerle girilen bir ilişki olduğundan bahsediyor çünkü o bilindiği gibi bilginin arkeolojisinin peşine düşmüş bir yazar. Ancak bu ilişki başkalarını öldürmek anlamını ifade etmiyor tam tersine öldüğü düşünülenin ya da kabul edilenin aslında ölmediğini göstermek anlamına geliyor. Aslında bu cümle Foucault’nun yazdıklarını anlamlandırmamıza sebep oluyor çünkü o bir dönem gelip geçtiği düşünülen bir durumu onun tarih içindeki konumlandırılmasından bu güne getirerek ölü kabul edileni canlandırmış oluyor. Örneğin; delilik gibi bir durumun farklı tarihler ve dönemlerde nasıl farklı anlamlara geldiğini okuruna göstererek aslında onun algısını belirleyen şeyin iktidar ilişkileri ve kurumların gözetimine hapsedilmiş bir düşünce biçimi olduğunu saptıyor. Bir dönem kutsal sayılan bir durumun algılanış biçiminin bir dönem geldiğinde “farklı”, “tuhaf”, “anormal” algılanışının altında yatanın arkeolojisini yapıyor ve aslında kutsal anlamlı deliliğin ölümü yerine ona bakışımızın üzerindeki kurumsallığın bizdeki etkisini gözler önüne sererek onu yaşatıyor ve kendi ifadesiyle “bak şu işe ölü değillermiş” ya da “değilmiş” dedirtiyor ve yaşatmak için yazıyor.
Michel Foucault ve Claude Bonnefoy arasındaki söyleşinin de başta bahsettiğimiz gibi bir deney mi olduğunu bilemiyoruz. Ancak bu söyleşinin her cümlesi üzerine sayfalarca cümle kurulabilir desek abartmış olmayız zannımca.
Bazı yazarların yaptığı her işin, söylediği her cümlenin altında derin anlamlar yatar. Michel Foucault’da onlardan birisi, her şeyin altında bir şey arayanlar için “Güzel Tehlike” kitabı okur için önemli bir ayrıntı.
Emek Erez – edebiyathaber.net (5 Şubat 2014)