“Bizleri çıldırmaktan koruyan nedir? Yaşama gücü müdür? Egoizm midir? İnsanın sinsilikten sıyrılmasını sağlayan yegâne güç müdür? Yoksa, insanoğluna bireysel mutsuzluklardan başkası verilmemiş de, yaşamla ilgili en sert cezalar bireysel yaşam gücünün dayanma sınırlarına göre mi verilmektedir? Her şey birer sınavdan mı ibarettir? Fakat yalnızca anlayıştaki kırılmalar bu bireysel mutsuzluk içerisinde sık sık anlamayı imkansızlaştıran hayaller mi yaratmaktadır?”
Bu soruları soran kişi ben değilim, Mişima, ama yaşamı sorgulayan her kişi ya da her okur gibi yanıtlarını arayabilirim. Yaz Ortasında Ölüm, Yukio Mişima’nın ölüm hakkında, daha doğrusu ölen bireylerin yakınları ya da geride bıraktıkları hakkında bir öykü. Mişima’ya bir şekilde yolları kesişenler bilir, Mişima ölümü bile bir tür ritüele dönüştürmekten de haz duyan birisidir.
Öykünün konusuna kısaca değinirsek; bir anne, üç küçük çocuğu ve bekar görümcesiyle taşrada plaja yakın bir pansiyonda kalırlar, baba işleri nedeniyle kentte durmayı tercih etmiştir. Anne pansiyondaki odasında, öğle uykusunda iken görümce ve çocuklar plaja inerler ve trajedi gerçekleşir: Görümceyle iki çocuk boğularak can verir.
Haliyle bundan ailenin bütün bireyleri etkilenir, başka yakınları da öyle, ama doğal olarak en fazla anne yaralanır. İnsanların yozlaşmaya ve kötülüğe ya da yaşamın bin bir türlü rengine ve olumsuz yönüne alışmaları gibi anne de bu ölüme ya da kayıplarına bir şekilde alışır, tıpkı diğerleri ve herkes gibi. Ancak bu trajedinin bile ulaşamadığı, kıramadığı bir şeylerin var olduğunu göstermesi bakımından bir yerlerde yine de sorgulanabilir. Neticede bu trajedinin neden başkasının değil de bizim başımıza geldiğini sorabiliriz, herkes gibi, neden biz de başkalarının başına gelmiş bir trajediyi izler gibi izleyemiyoruz, tıpkı annenin sorduğu gibi. Hatta gülünç bile bulabiliriz: sıradan bir gün, güneş ve deniz, boğulan birini kurtarmaya çalışırken iki kişinin daha artarda ölümü. Bu ölümler bir savaşta gerçekleşmiş değildi ya da bir afette, böyle bir durumda insan biraz hazırlıklıdır, ya da uzun süredir ölümcül hastalığa yakalanmış değillerdi. Bunların ölümü az da olsa farklıdır (farklı ölüm var mıdır, bu da başka bir soru), adeta bir rastlantıdır, anne uykuda olmazsa yanlarında olsa ya da baba üşenmeyip onlarla birlikte olmuş olsa böyle bir trajedi hiç yaşanmayabilirdi, bu sorular onların da zihnini kurcalar.
Örneğin anne “Bütün suç bendeydi!” diyebilir sık sık, demiştir de.
Aslında okur için konudan ziyade Mişima’nın öyküyü yorumlama ve ele alma biçimi önemli. Yazar öykü hakkında söylenebilecek her şeyi öykünün içinde neredeyse söylemiştir.
Konumuza dönersek yine, sonuç olarak bu bireysel felaket kimsenin çıldırmasına ya da delirmesine ya da canına kıymasına yetmediğini fark ederiz, elbette bunlar olsun ya da olmalıdır demiyorum, böyle bir düşüncem asla da olmaz, ancak Mişima’nın tam da üstünde durduğu yer burası: “Bizi çıldırmaktan koruyan nedir?” Böylesine korkunç bir olayın kısa sürede gündelik yaşam içinde erimesi. Bu trajediden sonra bile aile yaşantısının hâlâ ayakta duruyor olması (aile dağılsın elbette ki demiyorum). “Yaşama gücümü dür?”
Anne ve baba bazı durumlarda kendi aralarında acılarını bile yarıştırmaktan kendilerini alamazlar. Hatta kendi trajedilerini bir tür gösteriye dönüştürmekten bile haz duyarlar, acı egoistçe olabilir.
Olur da “Her şey birer sınavdan mı ibarettir?” dersek rahatlar mıyız? Bir tür yaşam sınavı ya da dinsel anlamda imtihan olarak düşünürsek trajedilerle baş etme yollarını bulabilir miyiz?
Mişima öykünün bir yerlerinde bize şunu söyler: “Yaşamımız yalnızca uyarıcı şeylerle kuşatılmış değildir. Yaşam bazen insanı uyutuverir. İyi yaşamayı başarabilen insanlar sürekli uyanık olanlar değildir. Arada sırada kararlılıkla uyuyabilen insanlardır.”
Neden olmasın, bizi çıldırmanın eşiğinden ya da intihardan koruyan tek güç belki de unutmadır, başka bir şey değil.
Sedat Sezgin – edebiyathaber.net (20 Aralık 2019)