Şarkiyatçılık, başta siyasal-sosyal olmak üzere, yazın alanında çok işlenen bir konu. Teorik, deneysel, edebi ne kadar metin varsa konuyla ilgili sosyologların, siyasetçilerin referans almadan hareket edemeyeceği karmaşık, puslu, her defasında yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duyulan bir olgudan bahsediyoruz. Tabii, aynı zamanda bir coğrafyadan. Devingenliği sınırlarının kayganlığından mı bilinmez, köklü kültürel yapısının üzerinde çokça oynanmasıyla parçalanmış -dolayısıyla da-, kültürünün de tıpkı insanları gibi mülteci, göçmen olduğu bir coğrafyadan. Aslında sadece Ortadoğu’yla kalmayıp, yarı sömürge, tam sömürge (şimdi kalmasa da), durumunda olan toplumları tarif ediyoruz.
Oryantalizm denilince Edward W. Said geliyor akla. Tabii bir de coğrafyanın kader olması… Ancak kavramları ne kadar doğru kullanıyoruz? Bir alana yönelik oluşturulmuş sıfatların yarattığı imajları ne kadar ileri götürebiliyoruz? İşin aslı, hepsi de dillendiği anda donup kalmış durumda. Üstelik bize ulaşana kadar da bir hayli değişime uğrayıp, başka bir hale bürünüyorlar. Zira dokunanlar, çıkarlarına göre ona şekil veriyorlar. “Şarkiyatçı olarak rollerini nasıl gördüklerine bağlı olarak ya Şarkiyatçılık söylemindeki olumlu gücün kabullerini pekiştirmişler ya da ne yazık ki daha sıklıkta, Şarkiyatçılığı eleştirenlerle gerçek bir entelektüel alışverişe girmişlerdir. Bu bölünmenin nedenleri son derece aşikârdır; kimileri iktidar ve yaşla ve kurumsal ya da Lonca savunuculuğuyla ilgiliydi; diğer bazıları ise dinsel veya ideolojik kanaatlerle ilgiliydi. Aslında hepsi politikti.”
Sürgünlük, küresel kapitalizm…
Said, Sürgün Üzerine Düşünceler’i -sadece- bu kaygıdan yola çıkarak kaleme almamış elbette. Ama yirminci yüzyılın düşünce, kültür ve sanatının otuz yıl boyunca resmini çıkarmış. Bu resimde de, ötekileştirilen toplumların kültürlerinin “beyaz adam” tarafından nasıl şekillendirildiğinin kareleri var. Bir de sürgünlerin ve yerlerinden edilmişlerin serüveni. Hepsinin altından ise küresel kapitalizm çıkıyor. Şarkiyatçılığa gelince, konu, coğrafyayla sınırlanmayarak emperyalizm gibi bir olguya çarpıyor. Gerçek giysilerinden soyundurularak, üzerine sürreal elbiseler geçirilmiş Doğu masalı bir yana, sorunu Doğu-Batı karşıtlığıyla anlatmıyor Said. Kültürün, uygarlığın, demokrasinin izleğinden hareket ederek bir yol çiziyor. Tam da burada, ulusçuluğa, evrenselliğe dair perspektifini paylaşıyor.
Şarkiyatçılıkla ilgili yaklaşımlara gelince, “hem politik hem de teorik anlamda” düşünülmesi gereken temel bir sorun olarak öne çıkıyor. Ama sorunun özü, “Frankfurt Okulu’nun tahakküm ve iş bölümü şeklinde teşhis ettiği konularda” aranmadığından eksik kalıyor. Aynı şekilde, “analizlerde kuramsal, ütopyacı ve özgürlükçü boyutların yokluğu problemi”ni de ele almak gerekiyor: “Bu tarihselciliğin malzemesini, haklı şekilde farklı bilgi arayışlarına doğru dönüştürmedikçe ilerleme sağlayamayız; bunu da bilgiye yönelik hiçbir projenin, indirgemeci, pragmatik ve işlevselci kuramların ve tarihselci sistemlerin hakimiyeti ve profesyonelleştirilmiş tekelciliklerine karşı koymadıkça inşa edilemeyeceğini ancak başarabiliriz.”
Modern Batı kültürü…
Sürgün Üzerine Düşünceler, Said’in entelektüel kapasitesi karşısında hayranlık uyandıran bir etkiye sahip. Edebi, düşünsel, sanatsal, felsefi konulara, eserlere ve yazarlara hakimiyetini söylemeye gerek yok. Batının tüm eğitim olanaklarından yararlanmış bir Ortadoğulu olan Said, her iki kültürü de içeriden yaşamış biri olarak sıradan bir gözlemci ve araştırmacının çok ötesinde analizler yaparken, kendini de sürgün olarak nitelendiriyor. Said’in tespitleri ise bizi, -tartışmasız- yaşadığımız yüzyılda, sürgünlüğün kaçınılmaz gerçeğine götürüyor. “Modern Batı kültürü, büyük oranda, sürgünlerin, göçmenlerin ürünüdür. ABD’deki akademik, entelektüel ve estetik düşüncenin bugünkü haline gelişi, faşizmden, komünizmden ve baskı yapan, muhalifleri dışlayan rejimlerden kaçan mülteciler sayesinde olmuştur” diyor Said.
Ancak sürgünlükle, ulusalcılık arasında sıkı bir bağ var. Şöyle ki: “Ulusalcılık, bir yere, halka ve mirasa aidietin vurgulanmasıdır… ‘Biz’ ile ‘yabancılar’ arasındaki sınırın hemen ötesinde ait olmamanın tehlikeli alanı bulunur: Burası ilkel dönemlerde insanların sürgün edildiği, modern dönemlerde de muazzam sayıda insanın, mülteci ve yerinden edilmiş kişi olarak aylak aylak dolaştığı yerdir.”
Conrad, Mann, Proust…
Sürgünlüğü edebiyat, sinema gibi kültürel dolaşımda takip eden Said, metninde bu alana geniş yer vermiş. Örneğin, Tarzan figürü için yaptığı betimleme çok çarpıcı: “Tarzan, dünyevi başarıdan uzaklaşmış ve iyileştirme ümidi de olmayan, devamlı olarak sürgündeki bir Kahramandır.” Batılı yazarların metinlerinden ötekileştirilmiş toplumlara bakan Said, “yaşadığı krizler dolayısıyla kaybeden modernizm tarifi yapmış. Bu kaybedişin örnekleri ise, “Avrupa menşei emperyal alan”larda görmek mümkün. “Eliot, Conrad, Mann, Proust, Woolf, Pound, Lawrence, Joyce ve Foster’in yapıtlarında başkalık ve farklılık, sistematik şekilde, ister kadın, ister yerli, isterse cinsel eksantrikler olsun, sahneye fırlayıp yerleşik metropolitan tarihleri, biçimleri ve düşünce tarzlarına karşı çıkan, direnen yabancılarla ilişkilendiren” düşüncenin varlığı ise bunun bir kanıtı.
Arap edebiyatı ve Afrika edebiyatının serüveninin bu atmosferle ilişkisini de göz ardı etmemek gerekiyor elbette. Yirminci yüzyılda, “Mısır’da savaşlar, devrimler, kargaşalar boyunca sivil toplumun asla yok olmaması(nı), kimliğinin asla şüpheyle karşı karşıya kalmaması(nı) ve asla devlet içinde tamamen erimemesi”ni önemli buluyor Said. Zira Mahfuz gibi romancılar, “sivil toplumu onlar için daima var kılmışlardır; dolayısıyla kurguları aracılığıyla toplumla daimi kurumsal bağ geliştirmişlerdir.”
Sürgün Üzerine Düşünceler, oldukça yoğun bir metin. Ve her bir konu başlığı, Ortadoğu halklarıyla birlikte ötekileştirilen kültür ve toplumların Batı tarafından görülme/biçimlendirilme aşamalarında geziniyor. Ama “ne yazık ki, kurban olmak/mağdur olmak, gelişmiş bir insanlık duygusunu garantilemediği gibi kaçınılmaz olarak bunu mümkün de” kılmıyor. “Baskı tarihinin kaçınılmazlığına başvurmak kaçınılmazdır” diyor Said. “Fakat o tarih(in), tüm ezilenleri kapsayacak şekilde entelektüel sürece yönlendirilip evrenselleştirilmedikçe tek başına yeterli” olmayacağının da sıkı tembihini yaparak.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (1 Ekim 2018)