1990’ların ortalarında Kadıköy sahaflarında ucuz kitaplar ararken, karşıma ikinci çıkanın Cem Yayınevi’nden Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle 1976 basımı Montaigne’in Denemeler’i oluşunu hep bir kozmik şaka olarak değerlendirdim. Sonraki yıllarda da zihnimde en değerli ve öğretici kitap listeleri yaptığım vakit, roman dışındaki tek edebi metin Montaigne’inki oldu. Bugün hala öyle düşünüyorum: Bana göre Montaigne’in Denemeler’i, okur ve yazar olmak için defalarca dönmen gereken ilk 10 metin arasında. Peki, benim edebiyat tarihindeki toz zerresi bile sayılmayacak varlığımı bir kenara bırakırsak Montaigne’in başta Shakspeare olmak üzere kendinden sonraki hemen tüm yazarları başta yazmaya itmesinin ve edebiyatını derinden etkilemesinin sebebi nedir? Bir cevap arayanların da katılacağını varsayıyorum ki, bu soru nedense yazı tarihinde üzerinde en az düşünülmüş meselelerden biri. Böyle düşününce edebiyat tarihi boyunca bize en çok faydası dokunan yazara en büyük nankörlüğü etmiş olduğumuzu anlıyoruz. Neyse ki Stefan Zweig tüm okur ve yazarlar adına Montaigne’yi ele aldığı bir biyografi yazdı da, bu utancımızdan bir parça olsun kurtulabildik.
O babanın oğlu
Gerçi arkasında hiçbir otobiyografik metin bırakmayarak Zweig’e iğne ile kuyu kazdıran Montaigne’in yazıya başlaması, tam bir proje çocuk oluşundan kaynaklanıyor. Michel de Montaigne’in babası Pierre Eyquem de Montaigne, 16’ıncı yüz yıl Fransa’sında aynı aileye mensup insanlar birbirlerini Katolik ve Protestan oldukları için kılıçtan geçirir, ülkede sık sık iç savaş çıkar ve kara ölüm yani veba birkaç yılda bir hortlayarak kitlesel kıyımlara neden olurken, o günlerin doğasına uymayan bir işe kalkıştı. Beşi erkek üçü kız olmak üzere sekiz çocuğu arasında 1533’te doğan Michel’i Latince öğrensin diye daha bebekken Alman mürebbiyelerle büyüttü. Böylece Michel, ana dilinden evvel Yunan filozoflarının metinlerini okuyup anlayabileceği Latinceyi söktü. Ardından kendi dilinin inceliklerine vakıf oldu. Michel, önce hukuk eğitimi aldı, ardından babasının başkanı olduğu Bordeaux Belediyesi’ne meclis üyesi seçildi. Mezhep kavgaları nedeniyle insanların diri diri yakıldığı günlerde Yunan filozoflarını babasına hoş görünmek için Latinceden çevirdi. Ardından da Fransa kralına bağlılığını sunmak için birkaç kez kardeşleriyle beraber iç savaşlara katıldı, burada çarpıştı. Babası 1568’de ölünce mirastan payına, Denemeler’ini yazacağı çiftlik kaldı. Eğer miras paylaşımında payına başka bir mülk ya da para kalsaydı, Montaigne çiftliğine sığınarak Denemeleri’ni yazamazdı, tıpkı ondan 300 yıl sonra doğacak Tolstoy’un Rusya’daki çiftliğine sığınıp refah içindeki hayatında sadece yazdığı gibi… 1571’de yani Montaigne 38 yaşına geldiğinde dünya işlerinden sıkılıp, geride kalanlar anlasın diye kendini anlattığı yazma işine verir, bu arada evlenir ve altı ya da yedi kız çocuğunu daha bir aylık olmadan sırasıyla toprağa verir. Öte yandan Denemeler’in ilk metinleri Fransa’da büyük bir başarı ve hayranlık infiali yaratır. Montainge’in de sağlığı bozulmaya başlar, müzmin bir böbrek hastası olur. 1592’deki vefatından önce de Fransa kralının mektup yazıp saraya davet ettiği dostu, Fransız okurların edebi yıldızıydı.
Baba Montaigne’in attığı ilk ve sağlam adım sayesinde bugün Montigne’in Denemeler’ini okuyabiliyorken, Stefan Zweig’in babasının da aynı yolu izleyip Zweig’a daha küçükken Latince dahil pek çok dili öğrendiği muazzam bir özel eğitim aldırdığını da not düşmekte fayda var. Ama bugünün konusu Zweig ve onun Montaigne adlı kitabı değil. Bu yazıda aramıza Montaigne ile hiçbir aracı koymak istemiyorum. Eğer böyle yapmış olsaydım, size yıllardır bitmeyen bir inatçılıkla okuttuğum kişisel yıkımımdan parçalarla işe başlardım. Yaptım mı? Hayır. Bunda en büyük etken, Montaigne oldu.
‘Okuyucu, bu kitapta yalan dolan yok’ diye başlayan Denemeler, Montaigne’in sadece kendini anlattığı ve meşhur olmak gibi bir çaba gütmediğini ifadesiyle sürüyor. Sonra da ‘Kendisi’ adlı bölümde ‘Boyum ortanın biraz altında, bedenim sağlam yapılı ve toplucadır, yüzüm şişman değil dolgundur’ diye devam ediyor.
Kendisini yazmaya başladığı bir metne 16’ncı yüzyılın hayal dünyasında hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir tasvirle anlatarak kitaba girişmek, dünya edebiyatının en önemli başlangıçlarından biri. Bugün ‘Sihirli ilk cümle’ olarak da ifade edilen ve en iyi örneğini Kafka’nın Dönüşüm’de ‘Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu’ olarak verilen bu üslubun atası da Montaigne sayılıyor. Yani bir metne girerken olabildiğince yalın, olabildiğince metnin özetini barındıran ve olabildiğince de derin bir ifade kullanmak, o metnin niteliğini artırır.
Yağmurda gezmek gibi
Bunları sayıp dökmemin nedeni bugüne kadar hep anlamı üzerinde durulan Montaigne’in bir bakıma Denemeler kitabı ile okunacak nitelikli bir kitabın nasıl oluşturulması gerektiğine ilişkin ilk ve en değerli bilgileri sunuyor olmasıdır. Denemeler’in devam eden konu başlıkları da ‘Denemelerin Konusu’ ve ‘Kendimizi Anlatmak’ başlıklarıyla sürüyor. Montaigne hala burada okura tek derdinin felsefe yapmak, bir şeyi öğretmek ya da araştırmak değil, sadece baktıkça hala şaşırdığı kendini anlatmak olduğunu anlatıyor. Ne de olsa bu evrendeki en bilinmezler içinde en bilinmez, insanın kendisinden başkası değil.
Ben Montaigne okumayı, gök gürültülü sağanak yağmurda, açık bir alanda dolaşmaya benzetiyorum. Hem yağmurda ıslanmayı seviyorsun, hem suyun arındırıcı ve besleyici gücünden yararlanıyorsun, ama yağmuru getiren bulutların şimşekli öfkesinin gürültüsünden ürküp, bu elektrik yükünün üzerine boşalmasından korkuyorsun. Çünkü her ne kadar birbirimizden farklı olsak da, insan türünün ruh özellikleri birbirinin aynı: Montaigne de bunu ortaya en açık seçik haliyle koyan yazarların başında. Bugüne kadar insanı biraz tanıdıysam, hiçbir gerçeğin hele ki bu kendisiyle ilgiliyse, çırılçıplak ortada dolaşmasından hoşlanmaz. Montaigne’in anlam yağmurunda arınırken, kafamıza attığı aydınlanma yıldırımlarıyla da çarpılıp kendimize gelmek pek olası; kendimizi kaybetmenin yanında…
Onun ‘Yalnızlık’ adlı denemesindeki şu ifadeler, bu çarpıcı gerçekten yapılmamışsa neden hayat bulmuş olabilir acaba: “İnsan önce içindeki sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla bunaltır onu. Nasıl ki oturmuş yükler daha az engel olur geminin gidişine. Bir hastaya iyilikten çok kötülük dokunur yerini değiştirmek. Hastalığı azdırırsınız kımıldatmakla, nasıl ki kazıklar daha derine gidip sağlamlaşır sarsıp sallamakla. Onun için kalabalıktan kaçmak yetmez, bir yerden başka bir yere gitmekle iş bitmez: İçimizdeki kalabalık hallerimizden kurtulmamız, kendimizi kendimizden koparmamız gerek.”
Çağdaş insan başaramadı
İş Montaigne’in Denemeler’i üzerinde bir makale yazmak olunca, alıntı yapmak kaçınılmaz. ‘Özgürlük Üzerine’ adlı denemesindeki şu ifadeleri beni her zaman çok etkilemişti. 16’ncı yüzyılda Fransa’da Bordaux’ten Paris’e gitmek bile soyulmak, kaybolmak ve veba gibi hastalıklar nedeniyle ölümcül bir uğraşken, Montaigne işi dünyanın öte ucuna vardırır ‘Özgürlüğe öyle düşkünüm ki, koca Hindistan’ın bir köşesini bana yasak etseler, dünyanın tadı kaçar neredeyse’ diyor. O çağda, insanın özgürlüğüne böylesine bir düşkünlük lüks tanımıyla da açıklanamayacak bir anlayışın ürünü. Hele ki, insanların farklı mezhepler nedeniyle birbirinin canlı canlı derisini yüzmesinin sıradan bir olay olduğu o günlerde ‘Dünya Yurttaşlığı’ başlığını yazıp altına da ‘Sokrates söylemiş diye değil, kendi tabiatıma uyarak, üstelik aşırılığa bile kaçarak, bütün insanları hemşerim sayıyorum. Bir Polonyalıyı bir Fransız gibi kucaklıyorum dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımın üzerinde tutuyorum’ diye yazmak da nedir? Bugün adına Birleşmiş Milletler denilen yapıyı kuran ama dünyanın savaş, göç, yoksulluk gibi acılarına göstermelik çözümler bile üretemeyen günümüzün çağdaş insanoğlu, bundan 500 yıl öncesinde Fransa’daki bir çiftliğinde mum ışığı altında ‘Ben dünya vatandaşıyım’ diyen Montaigne’i ne kadar anlayabilmiş acaba? Demek ki, insanın diğer insanları kucaklayabilmesi için onun gerçekten vahşeti, ölümü ve çaresizliği görmesi, bunların kapının eşiğinde yaşanması gerekiyor. 80 yıldır topraklarında savaş görmemiş Batılıların ancak kağıtlara yazdıkları sözde insan hakları kitaplarının toplamı, Montaigne’in bir sözü kadar etmiyor…
Montaigne, ‘Cinselliğin normal olduğunu, bunun gizlemenin, saklamanın, uluorta yaşamaktan daha eğri sonuçlar doğurduğunu’ söylüyor.
Montaigne, ‘Vicdanın eninde sonunda insanı yargıladığını ve bundan kaçış olmadığını’ belirtiyor.
Montaigne, ‘Felsefenin yararlı olduğunu ama her şeyin bir ölçüsünün bulunduğunu, fazla derinlere inmenin hayatın anlamını yitireceğini’ anlatıyor.
Montaigne, ‘Ölümün kaçınılmaz olduğunu, korkmanın bir anlamı bulunmadığını ama korkmadan da yaşanamadığını’ vurguluyor.
Montaigne ‘Sözlü ifadelerin kimseyi ilgilendirmediğini, bunun mutlaka yazılması gerektiğini, yazılı öğretiler kadar insanları etkileyen bir çaba olmadığını’ ifade ediyor.
Montaigne ‘Gereksiz olduğu halde insanın kendisini acındırmasının, sonu acı şekilde bitecek tecrübelere gebe’ olduğunu belirtiyor.
Montaigne ‘Mızmız ve dırdırcıların hayatın neşesini, keyfini kaçırdığını’ aktarıyor.
Montaigne ‘Bütün belaların korku kaynaklı olduğunun’ altını çiziyor.
Bize ne söylüyor
Denemeler’den altı çizilecek, defalarca okunacak ya da sosyal medyada beğeni getirecek 240 karakteri aşmayacak sözler bulmak mümkün. Bu, Montaigne’e, Denemeler’e ve edebiyata nasıl baktığınızla ilgili. Ama Montaigne’in Denemeler’inin ilk metinin kuruluşundan, ilk cümleden, anlatı yapısından, kurgusundan, içeriğinden ve son denemesinin konusundan iyi bir analiz yapılırsa, roman bilmeyen birine bile iyi bir roman nasıl yazılır konusunda ders verdiğini ifade etmek lazım. Nasıl mı? Yaşar Kemal’in dediği gibi ‘Roman insan psikolojisini anlatır.’ Eğer, insan kendini bilirse yani kendini tanımaya başlarsa, korkuları, hırsları, ihtirasları, karanlık taraflarını ortaya koyarsa işe başlamış demektir. Montaigne okumak da, insanı daha insan yapar, hatta anlaşılarak okunursa, ister kadersel isterse de edebi yazısını bile değiştirebilir. Öte yandan Denemeler’in son denemesinin isminin ‘Mutluluğun Bize Göreliği’ olması da bir tesadüf değil, bilinçli bir tercihin eseri. Montaigne, kendini yani bizi bize onca eksik, karmaşık ve tuhaf yanımızla anlattıktan sonra tüm bunlardan insanların ancak kendilerinin istedikleri kadarını anlayıp alabileceklerini söylüyor. ‘Zenginlik bize ne iyilik eder, ne kötülük: Her ikisi için de malzeme verir bize’ diyor.
Haksız mı? Günümüzün seks, para ve beğeni peşindeki insanı için Montaigne, alındığında ağır gelen bir ilaca benzer. Bu makale bile birilerini vicdan, ahlak, hoşgörü ve özür dileme konularında yeniden düşünmeye itmişse benim değil Montaigne’in gücünden kaynaklı. Peki ya böyle bir etki yapmazsa? İşte Michel de Montaigne’in böyle bir iddiası hiç olmadı ki zaten. O, hep kendini yazdı… Sizinle bir ilgisi yok. Gerçekten yok… Gerçekler var sadece…
edebiyathaber.net (12 Temmuz 2019)