Söyleşi: Serkan Parlak
Müge Arbak ile Bireysel Bilgelik Yayınları etiketiyle okurla buluşan öykü kitabı “Anlat Dedi Hayat” hakkında konuştuk.
Müge Hanım, öykü kitabınız “Anlat Dedi Hayat” geçtiğimiz yıl Bireysel Bilgelik Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve kitabınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.
“Yaratıcı Yazarlık: Yazma Hayalini Gerçekleştirmek” isimli kitabımla ilgili söyleşimizde kendimden söz etmiştim. Özetlemem gerekirse çocukluğundan beri sürekli okuyan ve hayal kuran biriyim. Yıllar boyunca bu iki özelliğimi itinayla korumayı başardığımdan olsa gerek yazma ateşi üniversite yıllarında yüreğime düştü ve öykü yazmaya başladım. Çeşitli dergilerde yazılarım yayımlandı, aynı zamanda editör olarak da çalıştım. Yazma serüveninin inişli çıkışlı hallerini, zorluklarını epeyce deneyimledikten sonra yazmak isteyen diğer insanların da benzer güçlüklerle karşılaştığını gördüm. Yazma alışkanlığı kazandırmaya ve uygulamaya odaklanan bir yaratıcı yazarlık atölyesi olan Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesini kurarak yazan ve yazmak isteyenlerin yazma hayallerini gerçekleştirmelerine yardım etmeye başladım. Atölyede ilerleyen katılımcıların belli bir düzeye gelen yazılarıyla oluşturduğumuz dijital kitapların editörlüğünü yaptım.
Okuyucu olarak türler arasında ayrım yapmıyorum, ama yazmak söz konusu olduğunda öyküyü tercih ediyorum. Bir öykü fikrinin zihinde filizlenmesi ile öykünün tamamlanması arasındaki süreç aslında oldukça sancılı. Buna rağmen insanlara, hayata, olaylara, durumlara dair biriktirdiğim gözlemleri; edindiğim izlenimleri ve daha nice materyali anlamlı ve odaklı bir bütünde birleştirip yeni bir öyküye “can vermek” bana ayrı bir keyif veriyor. Genellikle öykü yazmayı tercih etmeme rağmen kalemi elime her aldığım zaman öykü yazmıyorum. Bazen bir duygunun peşine takılıp gidiyorum, bazen öykü taslakları üzerine çalışıyorum, bazen deneme türündeki projelerim üzerinde çalışıyorum ama mutlaka her gün yazıyorum. Çünkü kalemin çalışmaya devam etmesi için düzenli bir şekilde yazmak gerekiyor. Her gün tam bir öykü yazmak mümkün değil ama her gün yazmak mümkün.
Kitapta yer alan tüm öykülerin bir amacı, her karakterin günlük hayatta bir yeri var. Bu bakımdan “Anlat Dedi Hayat”ın uzun bir çalışmanın sonucunda ortaya çıktığını söyleyebilirim. Bu noktada en az benim kadar çaba ve zaman harcayan editörüm Mustafa Orhan Gökpınar’a da teşekkür ederim.
Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da öykülerinize başlarken ilham kaynaklarınız nelerdir? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, öykülerinizin ilk taslaklarını nasıl oluşturuyorsunuz?
Yazmak için çok çeşitli kaynaklardan ilham alabiliyorum. Sokakta karşılaştığım bir kişiyle o an kurduğum göz temasından, kulağıma çalınan bir iki kelimeden, karşılaştığım bir olaydan ya da bambaşka şeylerden tetiklenebiliyorum. Kendi başıma kaldığımda içime dönmeyi severim; öte yandan günlük hayatımda sürekli olarak gözlem yapan, son derece meraklı bir yönüm var. Bu bakımdan hem iç dünyamdan hem de dış dünyadan sürekli olarak besleniyorum.
Öykülerimin ilk taslaklarını hazırlarken de farklı çalışma yöntemlerim vardır. Bazen bir fikir, yazmak istediğim karakter günlerce aklımın içinde döner durur. Böyle olduğunda anlatmak istediğim karakterin, durumun ya da olayın henüz olgunlaşmadığını fark ederim. Kısa notlar alır, fikri bir süre dinlenmeye bırakırım. Bazen ben yazmaya hazır olmasam da yazacaklarımın benden önce hazır olduğunu hissederim ve ne kadar sürerse sürsün aralıksız yazarım. Neyi nasıl yazacağımı içten içe hissederim ve bitene kadar çalışırım. Kısacası yeri geldiğinde sezgisel, yeri geldiğinde hesaplı kitaplı bir biçimde çalışırım.
Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor; mekânlar, diyaloglar ve özellikle öykü kişileri söz konusu olduğunda.
Her şeyden önce yazmak istediğim konuyla, karakterle, olay ya da durumla ilgili bir şeyden emin olmam gerekiyor. “Bu hikâye neden yazılmalı?” sorusunun cevabını, yani amacı arıyorum. Etkilendiğim veya gözlemlediğim ve yazının malzemesini oluşturan bu özü neden yazarak anlatmam gerektiğini düşünüyorum. Beni etkileyen her neyse bunu aynı biçimde okuyucuya aktarabilmek için bu malzemeyi nasıl kullanacağımı tasarlıyorum çünkü bir insanı, olayı ya da durumu konuşarak anlatmak ile yazmak apayrı iki deneyim. Kelime seçimi, anlatıcı türü, karakter, zaman, mekân gibi tüm unsurlar aslında hep o amaçtan hareketle ortaya çıkıyor.
Üçüncü tekil kişi anlatıcının bakış açısı aracılığıyla öykü kişilerinin yaşamlarındaki sarsıcı anlara odaklanıyoruz öykülerinizde. Duru bir dille anlatmayı seviyorsunuz. Öykülerinizin dil ve anlatımına nasıl çalışıyorsunuz?
Dil kullanımına çok önem veriyorum. Yıllardır sürdürdüğüm Farkındalık Yazarlığı Yazı ve Yazarlık Atölyesi çalışmalarında da her zaman bunu vurguladım. Bir yazarın her şeyden önce dili doğru kullanması gerektiğine inanıyorum. Dili zenginleştirmek başka bir şey, dili “katletmek” başka bir şey!
Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry’nin sevdiğim bir sözü var: “Mükemmelliğe, eklenecek bir şey kalmadığında değil; çıkarılacak bir şey bulunamadığında ulaşılır.” Ben de aynı fikirdeyim, bu doğrultuda öykülerimde anlatmak istediğim temel meseleyi varsa süslü cümlelerden, gereksiz tekrarlardan ve öyküye hizmet etmeyen detaylardan arındırmak için yeri geldiğinde öyküyü yazdığım süreden daha fazla zaman harcayabiliyorum. Kullanılan dil, öyküde yer alan tüm unsurları etkileme gücüne sahiptir. Karakterler, olay örgüsü, atmosfer, diyaloglar ne anlatıldığından çok nasıl anlatıldığına bağlı olarak güçleniyor ve daha dinamik ve etkileyici bir hale geliyor. Aynı zamanda her kelimenin kendine has bir sesi var ve bazen tek bir kelime ya da cümle tüm anlamı, etkiyi dağıtabiliyor; bir bütün olarak öykünün sesini, kendine ait ritmini bozabiliyor. Bazı öykülerin ilk taslağı ile kitaptaki halini yan yana görseniz bu iki metnin aynı öykü olduğuna inanmakta güçlük çekebilirsiniz.
Öykülerinizde zaman geçişleri yaparak çok fazla malzemeyi bir araya getiriyorsunuz ve bütün öykülerinizde üçüncü tekil kişi anlatıcı kullanıyorsunuz. Bu tercihlerinizin nedeni nedir?
Öyküde okuyucuya her şeyi anlatamazsınız ve zaten anlatmamalısınız. Söylenmeyenleri okuyucuya sezdirmenin yollarını bulmak gerekir. Söz gelimi bir karakterin tüm yaşamını öyküye sığdıramayacağınız için zaman geçişleri gibi çeşitli tekniklerle neden belli bir şekilde davrandığını, düşündüğünü, hissettiğini onun kurmaca yaşamıyla uyumlu ve mantıksal bir zemine yerleştirmek mümkün hale gelir.
Günlük hayatta insanlar durduk yere büyük değişimler geçirmezler. Düşünceler, duygular ve davranışlar kişinin sahip olduğu özelliklere, hayata bakış açısına göre belli bir düzen ve tutarlılık gösterir. Bu kitaptaki kurgu karakterler de kurmaca hayatlarını bu şekilde deneyimliyor. Bunun karakteri canlı ve inandırıcı kılan temel bir özellik olduğunu düşünüyorum. Zaman geçişlerini, bu nedensellik ve mantıksal denge açısından önemli buluyorum.
İnsan kendi hayatında kitapta anlattığım meselelerden biriyle karşılaştığı zaman genellikle bu durum onu içine çeker ve insan bir problemin içindeyken olası çözümler onun için âdeta görünmez hale gelir. Ancak sorununa dışarıdan bakmayı başardığı zaman bunun için bir çözüm üretebilir. Ben de birinci kişi anlatıcı kullanarak okuyucuyu meselenin içine çekmek yerine üçüncü kişi anlatıcı yoluyla okuyucunun meseleye ve karakterlere dışarıdan, tarafsız bir gözle bakmasını hedefledim. Bu açıdan insanların diğerlerinin hayatlarını merak etmesini öylesine bir meraktan öte, diğer insanların hayatla başa çıkma yöntemlerini öğrenmeye dair içgüdüsel bir ihtiyaç olarak görüyorum.
Kadınlık ve erkeklik durumları, ilişkiler, aile, gündelik hayat, ev, geçmiş, orta yaş krizi, hayal kırıklıkları hikâyelerinizde öne çıkan izlekler. Öykülerinizde ön plana çıkan temel dertler konusunda neler söylemek istersiniz?
Bunlar hepimizin hayatında var olan ya da en azından tanık olduğumuz temel meseleler. “Anlat Dedi Hayat” kitabımdaki öykülerde olduğu gibi mutsuz evliliğinde sıkışan, aile ilişkilerinde bir türlü istediği sonucu alamayan, hayal kırıklıklarını içine atan ama bunları konuşmaktan imtina eden veya farklı durumlarla karşılaşan karakterler her birimizde olan bir parçanın yansıması aslında. Ancak hayatımızın içinde böylesine yer tutan ama çoğunlukla durup bakılmayan, üstünde düşünülmeyen, hatta kitapta ele alındıkları açılarıyla konuşulmayan dertler. Bunların konuşulur, düşünülür, tartışılır hale gelmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü ancak bu şekilde bir insan yaşadığının sadece kendi başına gelmediğini, yalnız olmadığını fark edebilir ve bu farkındalık onu araması gerektiğini dahi unuttuğu bir çözüme götürebilir. Bu nedenle kitabın arkasında “Bazı hikayeleri kendinize saklamak istersiniz.” cümlesini ekledim. Böyle hikayeleri kendinize saklama ihtiyacından kurtulmak sizi özgürleştirme potansiyeline sahiptir.
Sizce romanda ve öyküde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu, son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları ve aile mesela?
Elbette bazı konular bazı dönemlerde daha öne çıkabilir ancak bu öne çıkışın konunun hep aynı yönüyle ele alınma biçimiyle okuyucu açısından bıktırıcı olacağını düşünüyorum. Bir sorunun, bir meselenin tek bir bakış açısıyla yazılması, yazarların üslupları farklı olsa dahi sonuçta birbirine benzer roman ya da öykülerin ortaya çıkmasına neden olur. Sonuçta ele alınan konu hep tek ve aynı tarafın bakış açısıyla anlatıldığı zaman önemini ve değerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Oysa bir konunun farklı yönleriyle ele alınması anlatılan meseleyi zenginleştirir, okuyucunun değişik açılardan temel sorunlarla ilgili farkındalık kazanmasını, bunların üzerinde düşünmesini sağlar.
Müge Hanım salgın günleri nasıl geçiyor, neler okudunuz? Başucu yazarlarınız kimler ve başucu kitaplarınız hangileri?
Salgın süreci benim açımdan oldukça verimli geçti. Ertelediğim bazı projeleri hayata geçirdim, birtakım önemli konular üzerinde düşünerek yeni kararlar aldım ve çok daha fazla yazma ve okuma imkânı buldum. Bu süreçte Haldun Taner’in tüm öykü kitaplarını şimdiki yaşın olgunluğu ile yeniden okudum. Haldun Taner, çok saygı duyduğum ve öykücülüğünü çok beğendiğim bir yazar. Aynı şekilde Virginia Woolf’un ve özellikle O. Henry’in kitaplarını tekrar okudum. Başucu kitabı olarak bir süredir hiç değişmeyen iki kitabım var ve ikisi de kurgu dışı. Biri Stefano D’Anna’nın “Tanrılar Okulu,” diğeri ise Hermann Meyer’in “Kaderin Yasaları.” Her ikisi de sürekli elimin altında bulundurduğum ve evde, hatta ofiste birden çok bulunan, dönüp dönüp tekrar okuduğum ve notlar aldığım iki kitap.
edebiyathaber.net (12 Nisan 2022)