Söyleşi: Demet Aksu
Müge Koçak’ın ilk öykü kitabı Yankı, Aralık 2020’de Can Yayınları etiketiyle okuyucusuyla buluştu. Koçak, öykülerinde sistemin karanlık odalarına dalıp orada içinde var olan insanın karanlık yüzüne de ayna tutuyor. Aynada sadece karanlık yüzü değil, yüzün karanlık hale nasıl geldiğini de gösteriyor okuyucuya ve bunu yaparken de öykülerinde biçimsel denemeden kaçınmıyor, cesur davranıyor. Müge Koçak’la kitabı Yankı’yı ve dahasını konuştuk.
Yankı ilk öykü kitabınız. On iki öyküden oluşuyor. Kitaptaki öyküler kendine has bir düzlemde ilerliyor ve öykü karakterlerinin karanlık yüzleriyle karşılaşıyoruz. Aslında biz insanların karanlık yüzleriyle mi yüzleştiriyorsunuz demeliyim. Yankı’nın doğuşundan, yolculuğundan bahseder misiniz?
Öncelikle Yankı’ya bu fırsatı verdiğiniz ve zaman ayırdığınız için çok teşekkürler.
Kitabı Aralık 2020’de elime almama rağmen (yani sadece 4 ay önce), aradan sanki çok uzun zaman geçmiş gibi geliyor. Galiba yaşadığımız son 1 yıl hayatlarımız kadar zaman kavramımızı da alt üst etti. Yankı çıkmadan önceki süreç için ise yaklaşık bir yıl öncesine gidebiliriz. Kitap dosyamı hazırlayıp yayınevlerine başvuru zamanım Şubat 2020 gibiydi. Aradan altı ay kadar bir süre geçtikten sonra Can Yayınları Çağdaş Edebiyat Dizi editörü Cem Alpan dosyamın kabul edildiği bilgisini paylaştı benimle. Böylece Yankı’nın serüveni başlamış oldu. Basıma kadar geçen zamanda bütünlüğü sağlamlaştırmak adına, bazı öyküleri kitaptan çıkarttık, yerine başka öyküler ekledik ve nihayet Yankı ortaya çıktı. Sevgili Cem Alpan’ın değerli yönlendirmeleri sayesinde bu süreçte zorlanmadım.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi, karakterlerin karanlıkta kalmış yüzlerini görürken, kendimizle de yüzleştiğimiz bir kitap oldu. Buna rağmen kasvetli bir kitap olmadığını sanıyorum, galiba bu yüzden de rahatsızlık yaratsa bile okurları boğmadığını düşünüyorum.
Yankı başarılı bir kitap ismi, bu isme nasıl karar verdiniz?
Fikir Cem Alpan’dan geldi. Öyküler yerli yerine oturduğunda, Yankı her birini ve dolayısıyla kitabı da temsil eden en uyumlu ses haline dönüştü. Kelime anlamına baktığınızda, “yankı” hem sesin çarptığı yerden geri dönerek yarattığı ikinci bir ses, hem de bir olayın çevrede yol açtığı olumlu, olumsuz tepki olarak tanımlanıyor. Kitap bence içeriğiyle ve amaçladığıyla bu iki tanıma da çok uygun.
Yedinci Gün, kitapta okuyucuyu karşılayan ilk öykü. Girişindeki epigrafın içine sızan sarsıcı bir anlatım. Parçalı bir öykü ve parçaları toparlayarak öyküyü tamamlıyoruz, tıpkı kendi kadınını yaratan ve dinlenmeye çekilen Tevfik gibi. Bu öyküyü ve öykünün yola çıkışıyla ilgili fikri konuşmak istiyorum.
Öykü bir tema çerçevesinde ortaya çıktı. Tema, “denizkızı”ydı. Bu öyküyü yazdığım sırada Roberto Bolano’nun 2666’sını okuduğumu hatırlıyorum. Kitapta beni en çok etkileyen Suçlarla İlgili Bölüm olmuştu. Bolana üç yüz sayfa boyunca Santa Teresa adındaki kurgusal şehirde işlenen kadın cinayetlerini belgesel anlatır gibi anlatıyordu. Merak edip araştırdığımda, kitaptaki bu bölümün Ciudad Juarez’de 1993-2005 yılları arasında gerçekleşmiş 370 kadın cinayetinden etkilenerek yazıldığı bilgisine ulaştım. Dehşet verici. Ne yazık ki www.anitsayac.com a baktığınızda 2020 yılında Türkiye’de öldürülen kadın sayısı 409. 2009-2019 yılı arasında toplam öldürülen kadın sayısı 2881. Bunlar korkunç ötesi rakamlar. Bazıları Yedinci Gün’ü sert bulduklarını söylediler. Ama bu öykünün, kurgu da olsa mevcut durumdan farklı bir gerçeği yansıttığını sanmıyorum. Belki de biz bu kadar çıplak görmek istemiyoruz.
Parçalardan bütüne gitmeye, hiç sahip olmadığı bir anneye kavuşarak kendini onarmaya çalışan ve bunu başaramayan yaralı bir bilincin hikâyesi. Kutsal kitaplarda Tanrı’nın insanı kendi suretinde yarattığı söylenir. Bana öyle geliyor ki Tevfik de kendini içten içe tanrı yerine koyup, hayalindeki anneyi yaratmaya çalıştı. Parçalanmışlığı da bunun göstergesi.
“Bize kalıp olarak öğretilenlerin dışına çıkmaya cesaret etmek gerektiğini düşünüyorum.”
Bu öyküde bir de anne figürü var. Tevfik’i bir cani olarak tanımaya başlamışken, çocukluğu ve annesiyle ilgili verilen detayla birlikte, yutkunup bir yanımız şefkatle yaklaşıyor Tevfik’e. Bu öykü bağlamında içine doğulan ailenin, kentin, ülkenin, sistemin içindeki karanlıkların insana nasıl yansıdığıyla ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum?
Öykülerin birçoğunda böyle bir yaklaşım gütmeye çalıştım. Herhangi bir yargı öne sürmeden, kurban ve mağdur ilişkisini sorgulamak, ayın karanlık yüzüne bakmak, perdeleri aralamak. Cinayet işleyen bir seri katil ve bu perdenin arkasında bir çocukluk dramı. Ben sistemdeki tüm yapı taşlarını sorguluyorum ve buna aile de dâhil. Bize kalıp olarak öğretilenlerin dışına çıkmaya cesaret etmek gerektiğini düşünüyorum. “Anne kutsaldır”, “Aile kutsaldır”, “Akrabalardan zarar gelmez”, “Aile yapımız, gelenek göreneklerimiz”. Artık bu kavramların nasıl çözüldüğünü, sökülüp gittiğini her gün acı örneklerle görüyoruz. Televizyonda gündüz kuşağındaki realite programları güncel aile yapımızı çok net gözler önüne seriyor. Büyük bir yıkım, hoşgörüsüzlük, vahşet ortamı hüküm sürüyor her kademede. Aradığım tanımlama “yozlaşma.” Yozlaşan bir toplumda, değerlerine tutunabilenler artık azınlıkta. Elbette tüm bu bozulmadan, çöküşten mevcut sistemi sorumlu tutuyorum. Üzerine çok örnekler verilebilecek ve konuşulacak bir konu. Anlatmak istediklerimi benden daha iyi dile getirmiş iki söz var. Birincisi Hubert H. Humphrey’e ait; “Bir hükümetin ahlak sınavı, yaşamın şafağında olanlara, çocuklara; yaşamın alacakaranlığına erişenlere, yaşlılara; ve yaşamın gölgesinde olanlara, hastalara, muhtaçlara ve özürlülere nasıl davrandığıdır. Diğeri ise Gandi’ye; “Bir milletin büyüklüğü ve ahlaki ilerlemesi, hayvanlarına nasıl davranıldığına göre değerlendirilebilir. Bir yaratık ne kadar çaresizse, insanın zulmünden insan tarafından korunmaya o kadar hak kazanır diye düşünüyorum.”
Bunlara bakarak bizim nerede durduğumuzu görebiliriz.
Maalesef içinde bulunduğumuz sistemin de günbegün gerilediğine şahitlik ediyoruz…
Ali-Veli-4950, bir diğer toplumsal yaramızın öyküsü. Yine parçaları toplayarak gidiyoruz ve sonuca vardığımızda parçalanmış bir ailenin; çocuk, baba ve annenin yollarının birleştiğini görüyoruz ama ölümle ve seyirci koltuğunda yine biz insanlar var. Öyküde de söylediğiniz gibi “Kan kokan kalabalık”la ilgili neler söylemek istersiniz?
Ali-Veli-4950 acı bir hikâye. Nurdan Gürbilek Mağdurun Dili’nde: “Acıya kayıtsız kalmadan, ama onu aptalca da elvermeden nasıl anlatmalı?” diye sorguluyor. “Acıyı aktarılabilir kılmanın, bir acıklılık efektine dönüştürmeden anlatmanın yolu.” Ben Ali-Veli-4950’de buna yaklaşmaya çalıştım. Acıdan nemalanmadan aktarmayı başarabilmek istedim. Yapabildim mi bilmiyorum. Üslup açısından beni zorlayan ama en beğenerek yazdığım hikâyelerden biri oldu.
“Kan kokan kalabalıklar”, insanın “insan” olarak adlandırılmasının nedenlerinden yoksun olan bir kalabalığı temsil ediyor. Buna ister duyarsızlık deyin ister aç gözlülük, isterseniz zorbalık.
“Gücün böyle ele geçirildiği her yerde huzur ve düzen bozuluyor ne yazık ki ve gün geliyor bir bakıyorsunuz yerinizden yurdunuzdan evinizden olmuşsunuz.”
Duman, huzur ve sinir bozan bir kedinin öyküsü. Belki de olması gerektiği gibi davranan bir kedi. İnsanın düzenini bozan, kendinden emin, kararlı, dinleyici, izleyici hatta tanrı kedi. Bu özellikler biraz da huzur bozucu olabiliyor sanki. Peki günümüzde yaşanılanları da düşündüğümüzde hayvanların söz sahibi olduğu, onların düzenine insanların ayak uyduracağı bir dünyaya sıra gelecek mi sizce?
Umarım gelir. 🙂 Şaka bir yana tabii Duman aynı zamanda kontrolsüz gücü, tahakkümü, korkuyla gelen baskıyı, zulmü temsil ediyor biraz. Gücün böyle ele geçirildiği her yerde huzur ve düzen bozuluyor ne yazık ki ve gün geliyor bir bakıyorsunuz yerinizden yurdunuzdan evinizden olmuşsunuz.
Söylediğiniz düzeni, George Orwell Hayvan Çiftliği’nde getirdi. Yeri gelmişken hemen dile getireyim; hayvanlarla ilgili ihtiyacımız olan en acil şey; etkili bir hayvan hakları yasası.
“Ancak, sorgulayan insan kendine yaklaşır.”
Yankı, kitaba ismini veren öykü. Kendiyle yüzleşmenin zorluğu merkezinde bir yandan da insanın kendine benzeyene karşı tahammülsüzlüğünü de görüyoruz. İnsan kendiyle neden yüzleşemez ya da kendine benzeyene neden tahammül edemez?
Yankı ayna metaforuyla başlıyor. Baktığımız buğulu ayna, kendi benliğimizi görmekten bizi alı koyuyor. Buğuyu yapanın kendi nefesimiz olduğunu çoğumuz fark etmiyoruz. Acaba kibir mi yatıyor bunun altında. Kişi gerçek kendini görse, ne kadar hoşlanır ki ondan? Yankı özelinden bahsedersek, kahramanımız kadın öyle uzak ki kendine, öyle bölünmüş ki, öyle bir inkâr içerisindeki, nefret ettiği her şeyin aslında kendinde toplandığını fark edemiyor. Bence bu kibirden başka bir şey değil. Acınacak kadar kibirliyiz. Ancak, sorgulayan insan kendine yaklaşır. Ben buna inanıyorum. Gördüğü kendinden hoşlanır mı bilmiyorum ama en azından barış sağlar ve kabullenir. Keşke başkalarının neler yaptığıyla uğraşacağımız zamanı kendimizi kazmaya ayırsak. Üzerimizdeki kir tabakalarından arınıp belki cevherimize ulaşırız.
Ahmet Nabi Şentürk, kendinden başka bir insan yaratan ve sonra kendini öldüren bir adamın öyküsü. İnsanın kendi benliğinde yapamadığı şeyi neden başkasında yaratmak ister?
Ahmet Nabi Şentürk bizi şu sıralar çok haşır neşir olduğumuz bir kavramla karşılıyor. İntihallerle, kısa yoldan, kariyer ve şöhret basamaklarını koşarak tırmanmak isteyen biriyle tanışıyoruz. Ahmet Nabi sosyal medyadaki potansiyeli görüyor ve sözde başarıya ulaşmak için, farklı bir kişilik yaratıyor. Elbette doğal olarak beceremediğini, ahlaki olarak yanlış olduğunu bildiği bir yoldan yaptığı için de kendini bundan sakınıp muaf tutuyor. Sadun Kara onun Alter Egosu.
Afiyet Hanım ile Kuru Sultan Arasındaki Et Dalaşına Dair, öyküsü bizi epigraflarla karşılıyor. Kötülüğün bir tercih olmadığını kader olduğunu söylüyor bize. Bir de öykü boyunca kendini hatırlatan bir et metaforu var.
Aslında belki kader değil de çevresinde gelişen şartlar ya da kötüyü tanımlayamama. Epigraf Şarküteri filminden bir alıntı. Film gıda sıkıntısının baş gösterdiği kıyamet sonrası bir zamanda geçiyor. Filmin kahramanı kasap, sahibi olduğu binada yaşayanlara et tedarik ediyor ve bu tedariki sağladığı kaynak yine insan.
Tüm hikâye boyunca bir çatışma söz konusu aslında. Bir yanda aç gözlülüğü temsil eden Afiyet diğer yanda doyumsuzluğu temsil eden Sultan. Et metaforu bana göre bunu anlatıyor; insanoğlunun tatminsizliğini ve tüketilecek bir şey kalmayınca nihayet birbirini tüketmesini, “yemesini.”
Yazma sürecinize baktığınızda Yankı’da birleşen öykülerinizle ilk yazdıklarınız arasında nasıl bir fark gözlemliyorsunuz?
İlk başta üslup farkı gözüme batıyor. Sonra, öykülerin akışı daha derli toplu. İlk yazdığım öyküler daha dağınık, başına buyruk gibi geliyor bana. Kurgusal açıdan baktığımda Yankı’daki öykülerin çok daha zengin olduğunu düşünüyorum. Ve ilk öykülerime nazaran biçimsel denemelerde daha cesur davrandığımı görüyorum. Bakalım bundan sonrası nasıl devam edecek.
Yankı’nın yolculuğu boyunca size hangi kitaplar, kimler eşlik etti?
Yedinci Gün’ün doğuşu sırasında Roberto Bolano’nun 2666’sını okuduğumdan daha önce bahsetmiştim. Duman’ı yazarken aklımda Sait Faik öyküleri ve evimize sürekli misafir olan kedi dostumuz Duman vardı. Afiyet ve Sultan’ı yazarken gözümün önünde canlanan gökdelenler ve hemen yanı başındaki gecekondular, sabah programları, distopik bir gelecek belirmişti. Beni en çok etkileyen yazarlardan biri olan Daniil Kharms’ı açıp okudum zaman zaman ve Karin Tidbeck’ten Zeplin, Borges’ten Yedi Gece. Yankı kısmen kendime de açılan bir pencere oldu. Paraları Koklayan Adam’ın esin kaynağı gerçekten de bir paranın üzerinde gördüğüm, “whereisgeorge.com” oldu. Hayat Öpücüğü’nü pandemi döneminin başında yazmıştım. Amaçsız Ahlat Derneği’ne ilk başladığımda çok masum, çatışmasız ilerliyordu. Öykü, kendi halindeki bir aileyi ve onların çevresinde gelişen, dört gencin gerçekleştirdiği zararsız eylemleri ele alacaktı. Sonradan gelişip, bazı gerçekliklerle de bağ kurarak son halini aldı.
edebiyathaber.net (4 Mayıs 2021)