Murat Başekim: “Uzak zamanları ve tehlikeli serüven öykülerini seviyorum!”

Haziran 6, 2014

Murat Başekim: “Uzak zamanları ve tehlikeli serüven öykülerini seviyorum!”

murat47029771c325c17e1Murat Başekim, tekinsiz hikayeleriyle tanınan genç yazarlarımızdan. İlk kitabı DG, 19.yüzyılın ikinci yarısında Anadolu taşrasında geçiyor, Deli Gücük isimli, öcüyü andıran kahramanının hikayelerinden oluşuyordu. Yine bu yıl, İskit isimli (KRP Yayıncılık) epik bir romanı yayınlandı. Başekim’le edebiyat anlayışını, İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan Hayal Et Hikayeleri adlı kitabını konuştuk.

Kendinizi yazar olarak nasıl tanımlıyorsunuz? Fantastik korku hikayeleri yazarı diyebilir miyiz mesela size…

Ben kendimi birazcık ‘romantik’ diye tanımlıyorum; gül demeti ve kalpli çikolata ile dolaşan cinsten değil de, uzak yerleri, uzak zamanları, fırtınalı atmosferleri ve tehlikeli serüven öykülerini seven bir kitapsever olarak görüyorum. ‘Fantastik’ kelimesi bugünlerde biraz sentetik bir terim haline geldi; insanın aklına otomatikman lepiska saçlı elfler ve liselim-vampirleri gelir oldu. O yüzden pek sevmiyorum o tanımı. Korku ise tadında bırakıldığında hoş bir çeşni katıyor romantik hikayelere. Ama mutlak amaç değil o da. Bu sıfatı da hevesle benimsiyor değilim bu arada; daha çok insanın kendindeki semptomları tanıması ve sonuçta bir teşhis koyması şeklinde gelişti kendimi böyle tanımlamam. Çocukluğumda haritayı açıp Ege kıyılarına bakarken ‘Zeus şurada dolaşmıştır, Pan şu korudadır” falan diye düşüncelere dalan bir velettim. Romantik serüven hayalleri işte.

Arka kapakta “şark gotiği” diye bir ifade var. Doğu’ya ve Batı’ya özgü bir gotikten söz edebilir miyiz sizce?

Aslında arka planda mevcut o kasvet ve kaygı duygusu evrensel; ancak kullanılan dekor, figüran ve olay örgüleri farklı kurulmak zorunda. Anayurt Oteli ile Overlook Oteli kadar fark var aralarında. Ve bir problem de Garp Gotiği’nin ciddi, yoğun ve haksızca iyiden iyiye Şark Gotiği’nden beslenmeye başlaması. Bu tek taraflı akış, biraz tat kaçırmaya başladı artık. Mesela The Exorcist’teki Pazuzu, aslen Asur/Babil mitolojilerinde geçen bir varlık; kendisi 1970’lerde U.S.A.’da ne arıyor bilmiyorum. Cevap basit: yazar doğu unsurlarını alıp batıya yapıştırmış. Normalde çok önemli bir şey değil ama ben şahsen Doğu unsurlarını, Batı hikayelerinin içinde keşfetmekten sıkıldım ve bu aralıksız akışa biraz engel olmaya çalışıp ırmağın akış yönünü Hayal-Et-Hikayeleri-_176684_1değiştirmeye çalışıyorum kendimce.

Hikâyelerden birinde güzellik estetiği ters yüzü ediliyor. Güzel bir kızın yalnızlığı anlatılıyor. Geniş anlamıyla fantastik türü de edebiyat dünyasında  bir hilkat garibesi gibi geziniyor. İlgi çekiyor ama itibar görmüyor sanki. Bilmem abartıyor muyum. Siz ne dersiniz?

Çok güzel bir metafor bu; hem tam isabet, hem de inanın hiç aklıma gelmemişti. Fantastik tür kesinlikle hilkat garibesi gibi geziniyor bence de; utanılan, engelli bir evlat muamelesi yapılıyor. Deli bir hısım gibi tavanarasına kilitlenmeye çalışılıyor. Bunu yapanlar kısmen kendilerince haklılar; çünkü bir kere ‘fantastik’ denilen şey ürün tek bir unsur değil. Kitap kulvarına indirgersek 12 yaş ile 55 yaş arasındaki okuyucuya hitap edecek kadar geniş bir yelpaze var. Bir kere ruhsuz bir otomatikliğe bağlanmış fantastik çocuk kitaplarını endüstrisini atayım. Ondan bahsetmiyorum.  Realist kitaplar bu konuda daha şanslı, benim tanıdığım hiçbir 12 yaş okuyucusu, Thomas Hardy okumaz. Realist edebiyatın tek bir rafı var ve o da pek önemseniyor.  Benim ciddiye alınmasını istediğim kısım ise, ister 12 ister 55 olsun hepimizin içindeki o sihirli hayret duygusunu gerçekten, samimi olarak tetikleyen hikayeler. Ve bunun için ille de ejderhaya gerek yok. Ben hayatımın en olağanüstü pasajlarını İnce Memed’in açılış tasvirlerinde okudum. Pearl S. Buck’ın hikâyeleri, Stephen King’den çok daha sürükleyicidir benim için. Öte yandan elbette ki bu unsurlara 1001 Gece masallarında rastlama oranımız 1’e 1001. O yüzden okuyucu oraya meylediyor. Ve egzotik yerlerde geçen öyküleri sevmekte yanlış bir şey yok; yeter ki samimi yazılmış olsunlar. Burada yapılan haksızlık şu bence: iyi edebiyat ille de olması mümkün olayları, bu dünyayı sergilemeli diye bir inanç var. Ama bu bir safsata. O realistlerin hiç sevmediği mit denen şeylerden biri hem de. Hayır iyi edebiyat, bence, bir kere didaktik, pragmatist kanonların dayatılmadığı bir ortamda, hikayecinin kendisinin içinden organik olarak filizlenen bir üründür. Jane Austen evlilikler yazmak istiyorsa evlilikler yazsın, Lovecraft dev ahtapotlar yazmak istiyorsa, bırakın onu yazsın. İkisi de hikaye sonuçta. Bir sayfa üzerinde harfler hep okuduğumuz. Sadece ve daima gerçekçi metinler okumak isteyenler periyodik cetvel veya nüfus sayım sonuçları falan okumalı. Neticede hepsi hikaye ve günlük hayata dair en yürek burkan anları betimleyen metinler bile, aslında okuyucu zihninde aynı yeri gıdıklıyor. Realist okuyucu da, fantastik okuyucu da aynı güdülerle tüketiyor metni. Vasıtalar farklı, istikamet aynı.

murat082721 (2)Ölüm teması ilginizi çekiyor. İlk kitabınız DG’de de kahramanınızı öldürmüş sonrasını anlatmıştınız. Ölen kahraman şaşırtıcı mı?

Sanırım bu da serüven edebiyatı sevmekle ilgili yine. Şu çağda keşfedilecek çok az ‘terra incognito’ kaldı. Kara kıta Afrika çoktan keşfedildi, hatta futbolcu bile transfer edildi. Bu durumda geriye yegane bir bilinmez diyar kalıyor. Bunu tecrübe eden kahramanın ise bu kaşif ya da dalgıç ya da astronot hali cazip benim için. Büyük bilinmeyene keşfe giden bir maceracı. Karanlık kıtanın seyyahı olarak ilgileniyorum onunla.

Kitabın en ilginç karakteri hiç kuşku yok ki açılışı ve kapanışı yapan Alamancı Demir. Kitap biraz daha sürseydi Demir, sanki ölecekti…Nedir Demir’in çıkış noktası?

Biraz eski bir karakter. İnanılabilir, yakınlık duyulabilir bir aksiyon kahramanı olsun istedim. Klişe olmayan bir kusuru olsun istedim. Karikatür veya melodrama düşmeden, doğru miktarda pathos hissedebileceğimiz ama yeri geldiğinde de güçlü bir mücadeleci olabilen bir yerli malı protagonist olsun istedim. Kendini tuhaf ortamlarda, tuhaf unsurlara karşı cebelleşirken bulsun, bir yandan da tipik Freud-vari erkek kaygıları taşısın istedim. Bir anda ortaya çıkıverdi. Aslında tek hikaye ile sonlanacaktı ömrü. Ama bir biçimde devam etti. Başka karanlık yerlerde, başka karanlık mücadeleler verdi. Klişe olacak ama inanın kendi haritasını kendi çiziyor bu karakter.

Şark gotiğine yaraşır bir son söz istesem sizden…

Çok var… “Akıllı ol… Sen benim kim olduğumu biliyor musun!” olabilir mesela; hem Şark’a özgü, hem de potansiyel bir canavar vaadi taşıyor içinde, gotik öykülerdeki canavarlar gibi.  Ama canavarlar kitaplarda kalsın, gerçek hayata taşmasın. O yüzden “Bir varmış, bir yokmuş, bundan çok eski zamanlarda…” diyelim.

Serap Uysal – edebiyathaber.net (6 Haziran 2014)

Yorum yapın