Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’i bir tür delilik hikâyesi gibi de okuyabiliriz aslında: Ben’in parçalanıp sonrasında kişinin kendisinden başka birine dönüşmesi ve bütün yaşantısını etkilemesi… Romanın bütünü bundan ibaret değil elbette: Yalnızlık, aşk, acı, hayat, ölüm, gerçek, kurgu, akıl oyunları, zihinsel gelgitler, bölünmüşlükler… Hepsi var. Murat Gülsoy’a aklımızdan geçen soruları sorduk. O da aklından geçen cevapları verdi. Sonuçta okunası bir söyleşi çıktı ortaya:
“Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” vermek de nereden çıktı? Okur, belki kendi yalnızlığında iyiydi; “İçinizde başkalarına yer açın.” da ne demek!
Bu sanırım retorik bir soru, cevap beklemeyen bir soru. Ama madem soru gibi yönelttiniz ben de bir cevap vermeye çalışayım: Yalnızlık meselesi ile uğraşıyorum bu kitapta. Çünkü yalnızlık en temel insanlık durumlarından biridir. Çıldırtıcı, üzücü, insanı yıkıma ve yok oluşa sürükleyen bir şeydir yalnızlık. Başka insanlara duyduğumuz ihtiyaç, özlem, sevgi bizi daha çok insan yapar. Onlardan uzak olduğumuzu hissettiğimiz her an kötümser bir anlamsızlığın uçurumuna yuvarlanırız. Çünkü bizi biz yapan değerler, hayatı yaşanası kılan anlamlar hep başkalarıyla birlikte ürettiğimiz bir yanılsamadır. Dolayısıyla başkaları önemlidir. Öte yandan, birey olmak kendi başına olabilmekle başlar. Yalnız başına davranmak, kendine ait bir iradesi olmak, yaptıklarının sorumluluğunu taşımak birey olmanın önkoşullarıdır. Dolayısıyla yalnızlık meselesi salt psikolojik bir durum değildir, felsefi bir sorundur.
Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’ te birbirinden bağlantısızmış gibi duran bölüm(leme)ler var. Önsöz “Sevgili Borges,” diye başlıyor. Bir mektup aslında bu. Sonra ana hikâyeye odaklanıyoruz. Son kısımlar ise eklerden oluşuyor. Bir filmin birbirinden bağımsız fragmanları gibi. Belli ki bir tercih… Niçin diye sorsak?
Roman yeni anlatım ve kurgulama biçimlerinin araştırıldığı bir edebi kurmaca türüdür. Benim için yeni anlatım biçimlerini araştırmak özellikle de kurgu ve yapı açısından çok önemli. Tek boyutlu bir olay örgüsünün içine sıkıştırmak istemiyorum anlatacaklarımı. Sıkıştıramıyorum da zaten. Hep dışarıda kalan bir şeyler oluyor. Bu sefer kitabı kurarken bu dışarıda kalanları içeri almaya çalıştım. Önsöz, sonsöz, ekler, siyah sayfalar hep bu çabanın görünümleri.
Romanı okurken italik yazılar Esra’nın sesi, bold yazılar Tuncay’ın sesi ve de düz yazılar da Mirat’ın sesi olarak duyuluyor. Bu, oldukça sıra dışı bir kurgu… Anlatma biçiminin/ şeklinin de anlatmak kadar önemli olduğunu düşünenlerden misiniz?
Kesinlikle. Yazarken benim için önemli olan şeylerden biri okurun anlayışına ulaşabilmektir. Tabii bunu ideal okur için düşünürüm. Yani kendim gibi birini düşlerim. Bu satırları okuyacak olan ben olsaydım nasıl algılardım? Anlayabilir miydim? Ne anlardım? Nasıl etkilenirdim? Bu soruları sorarak akıcı ve anlaşılır bir dil tutturmaya çalışıyorum. Bu dili kullanarak okurla beraber cevabını bilmediğim karanlık soruları araştırmaya çalışıyorum.
“Anlatmanın, hikâye etmenin maddeyi dönüştürülebileceğini biliyor olmalıydın.” denmiş Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’ te. Anlatmak, hikâye etmek maddeyi nasıl dönüştürüyor sizce?
Anlatarak dönüştürürüz, dönüşürüz. En basitinden psikoterapiyi ele alın. Anlatarak belleğimizde kalanları, bizde bıraktıkları etkileri, git gide ruhsal durumumuzu ve benliğimizi değiştiririz. Anlatmak şeyler arasında ilişkiler kurmaktır. O ilişkiler bir kez kuruldu mu artık gerçeklik bu şekilde tanımlanmış demektir. Biz de buna göre davranmaya başlarız ve değişim kök salar.
Bazı okurlar için, “Murat Gülsoy kitabı” okumak farklı bir okuma deneyimi olabilir. Sizi ilk defa okuyacaksak “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet”i daha iyi kavramak için hangi yolları izleyelim?
Özel bir şey yapmaya gerek yok. Sadece okumak yeterli. Ama daha önceki kimi kitaplarımda var olan karakterler ve temalar bu romanda daha yoğun bir şekilde ortaya çıktığı için Nisyan, Baba Oğul ve Kutsal Roman adlı kitaplarımı okuyanlar ilginç sürprizlerle karşılaşacaklardır. Tabii Borges, Nerval, Tanpınar, Oğuz Atay seven okurlar için bu kitabın özel bir yeri olacaktır sanıyorum.
“Malzemesi ölümdür kitapların. Ölü ağaçlardan elde edilen kâğıt, ölü hayvanların derinlerinden yapılan ciltler, ölü yazarların sözleri. Orada öylece dururlar. Çok ayrıntılı bir mezarlıktır kütüphane. Üstelik insanlar tüm bu ölüm artıklarının zaman ötesine ulaşma gibi bir özelliğe sahip olduğunu düşünürler. Ne garip bir yanılsama. Oysa bir mumyadan fazlası değildir kitap.” diyorsunuz. Neden mumyalıyoruz düşüncelerimizi?
Öncelikle saklayabilmek için. Uçup gitmesinler diye. Yazı, gerçekten de bunu başarabilen inanılmaz bir imkân sunuyor insanlara. Ancak alıntıladığınız bölümdeki temel duygu ölüm. Çünkü tek başına yazının bir anlamı yok. Okunduğu anda, bir başkasının zihnin içinde yankılandığı anda anlam kazanıyor. İnsan yazıyı, metni zihnin içine aldığında, okurken hayalinde canlandırdığında, düşünmeye başladığında amaca ulaşılmış oluyor; yazı düşüncenin mumyası olmaktan çıkıyor o zaman. Tıpkı romanda olduğu gibi… Okuyan insan aslında kitaplardaki karakterlere zihnini açıyor. Her okuduğumuzla bir ilişki kurarız. Her okuduğumuzla değişiriz. Çünkü anlatmak ve anlatılanı okumak, dinlemek değiştirir.
“Kurmaca hikâyelerle varlığımı çoğaltmak. Öykülerin, romanların sayfaları arasına saklanmak. Delilik gelip beni bulmasın diye.” diyerek mi yazıyorsunuz her seferinde? Peki ya, “deliliği yazmak” nasıl bir şey sizin için?
Her zaman üzerinde düşündüğüm konulardandır aklın farklı halleri, değişik zihinsel süreçler, belleğin yapılanması ve bunların edebiyatla, özellikle de hikâye anlatmayla ilişkisi. Ancak alıntıladığınız cümlelerde bundan fazlası işaret ediliyor. Daha kişisel bir korku: Aklını ya da muhakemeni kaybetme korkusu… Gerçeklikle kurduğun ilişkinin bozulmaya başlaması. En basitinden bunama buna bir örnektir. Kişi hangi zamanda olduğunu, nerede, kimlerle beraber olduğunu kestiremez, emin olamaz, kafası karışır. Bu insanın başına gelebilecek en korkunç şeylerden biri sanırım. Nisyan’da böyle bir karakterin gözünden yazmıştım. Üstelik de eskiden yazar olan biri. Tabii zihinsel durumlarda yaşanan farklılıklar dile de yansıyor. Dolayısıyla edebiyat “deliliğin” araştırılması için ilginç imkânlar sunuyor. Elbette bu bilimsel bir araştırma değil; kişisel bir deneyimin kaydını tutmak…
“Sözler havaya karıştı. Onca rüya ve hikâye boşluğun içinde dağılıp gitti.” demişsiniz ya, bütün bu yazılar ne için: “Kalalım” diye mi?
Doğrusu, geleceğe kalmak için yazmıyorum. Elbette kalırsa iyi olur. Belki kalır, belki kalmaz. Ama yazmak benim için şimdiki zamanla ilişkili bir eylem. Yaşadığım ânı genleştiren, özellikle de iç dünyama doğru genişleten bir eylem. İç dünya genişlerken dış dünyayı kavrama kapasitemiz de artıyor. Bu hem yazan için hem de okuyan için böyledir. Kitaplar kütüphanede birer düşünce mumyası olarak dururken değil, okunurken, bir başka insanın zihninde yeniden kurulurken bu imkânı sağlıyor. Yazının en büyük yararı bu bence.
Yazmak, hayal ile hayat arasındaki o çarmıh çivisi gibi mi?
İlginç bir benzetme. Git gide daha fazla yazının içine çekildiğimi düşünüyorum. Yazmadığım zamanlarda yaşamıyor gibiyim, yani yazmak öyle bir haz veriyor. Yaşanan anlar sanki iki yazma eylemi arasında verilmiş molalar gibi oluyor. Bunda korkutucu bir taraf da var tabii. Tüm hazlarda böyle tehlikeli ve korkutucu bir yan bulunur…
Fotoğraflar: Süreyya Ada Gülsoy
Söyleşi: Merve Koçak Kurt-edebiyathaber.net (5 Şubat 2016)