Söyleşi: Can Öktemer
Bir süredir Türkiye’de yaşanan gergin siyasi atmosfer, ekonomik krizin sebebiyle genç nüfus ellerinde pasaport önlerinde dünya haritası gitmek istedikleri ülkelerin şartlarına bakıyorlar. Görünen o ki, Türkiyeli genç nüfusun daha iyi bir yaşam umuduyla göç hareketliliği devam edecek. Şimdinin huzursuzluğu, geleceğin belirsiz hale geldiği bir toprak parçasında herkesin huzuru başka bir yerde araması normal görünüyor; bununla beraber gidilen yerde bizleri bekleyen bir huzur ortamı ve garantisi yok. İyi bir yaşam beklentisiyle gidilen ülkede hayal kırıklıkları ve zorlu hayat şartlarıyla da karşılaşılabilir. 7 Şubat 2017 tarihinde yayımlanan OHAL KHK’yla üniversitedeki akademisyenlik görevinden ihraç edilen Murat Sevinç’in geçtiğimiz günlerde April Yayınları’dan yayımlanan Hey Garson! bir anlamda yukarıdaki halet-i ruhiyeyi anlatıyor. Hey Garson! Murat Sevinç’in öğrencilik yıllarında dil öğrenmek için gittiği Londra’da geçinmek için çeşitli lokantalarda garson olarak çalıştığı dönemin hikayesi. Murat Sevinç, kitapta yurtdışında yaşamanın zorluklarını, doğu-batı ikilemini, dil öğrenmenin zorluklarını ironik bir biçimde anlatıyor. Murat Sevinç’le son kitabını, gitmenin mi yoksa kalmanın mı zor olduğunu, ‘ev’ kavramını ve üniversitelerin son durumunu konuştuk.
Hey Garson! geçtiğimiz günlerde April Yayınları’ndan yayımlandı. Bu doğrultuda klasik bir soruyla başlayalım dilerseniz. Kitabın oluşum süreci nasıl oldu? Bize kitabınızın öyküsünü anlatabilir misiniz?
Çok uzun bir süreç bu. 25 yıl önceki bir maceradan bir iki kesit anlatmaya çalıştım. Dil öğrenmek için gitmiştim. Yaklaşık bir buçuk yıl kaldım ve sabah okula gidip akşamları garsonluk yaptım. Çok insanın yaşadığı, yaşayabileceği türden, son derece sıradan bir hikâye. Malum gerekçelerle işsiz kalınca, Gazete Duvar’da da yazmaya başladım ve Ali D. Topuz’un önerisiyle bir iki garsonluk anısı anlattım. Sonra devamı geldi. Toplam on iki yazı oldu ve bir yerde kesmek iyi olur diye düşünüp bıraktım. Bundan aylar sonra da, Murat Menteş, bu öykülerin kitap olabileceğini söyledi. Önce tereddüt etsem de bu düşünce hoşuma gitti, kabul ettim ve şu anda sizinle söyleşiyorum! Özetle böyle gelişti.
Hey Garson! Bir tarafta yeterli seviyede İngilizce bilmeyen, Ankara’dan çıkıp Londra’da zorlu hayat şartları altında tutunmaya çalıştığınız bir dönemi anlatıyorsunuz. Bu meseleleri de kasvetli ya da dramatize etmeden çoğunlukla ironik bir şekilde anlatıyorsunuz. Mizah hayatın zorlu koşullarına dayanma yollarında biri olduğunu söylenir; siz de böyle düşünenlerden misiniz?
Kesinlikle. Cumhuriyet tarihinin en sarsıcı eylemlerinden olan Gezi günlerinin belirleyici özelliklerinden biri mizah değil miydi? Genç insanlar dalga geçerek, başta kendi sıkıcı anne babaları olmak üzere herkesi şoke etti. Yalnızca zorluklara dayanma değil, aynı zamanda yaşam konforunu artırmak içinde biraz mizah gerekli. Aksi halde katur kutur bir hayat oluyor. Benimsediğiniz üslubun yaygınlık derecesi, yaşadığınız memleketin yönetim sistemine de sirayet eder ister istemez. Bakın siyasal İslamcıların mizah dergilerine. Mizahları ile yönetim anlayışları ve binaları, nasıl da benzer değil mi! Tadında bırakmak ve ‘biricik’ mücadele aracı olarak benimsememek kaydıyla, olup bitenin biraz da komik, acayip yanlarını görmek iyi bir şey bana kalırsa. Akıl sağlığı önemlidir!
Hey Garson!’da dil eğitimi için gittiğiniz İngiltere’de çeşitli lokantalarda yapmış olduğunuz garsonluk deneyimlerini bizimle paylaşıyorsunuz. Garsonluk yorucu ve zahmetli bir iş olarak tarif edilir hep. Siz garsonluk mesleğini nasıl tanımlarsınız?
Akademisyenlikten çok daha yorucu olduğunu söyleyebilirim! İşin şakası bu biraz. Buna mukabil tam şaka da değil aslında. Akademisyenler içinde tembel ve işe yaramaz insan çoktur. Eğer çalıştıkları kurum ‘müsaitse’ yıllarca tatlı maaşların alıp asgari çabayla yaşayabilirler. Garsonlukta (ya da diğer zorlu işlerde) bir köşede oturamazsınız vallahi. Hakikaten çok ağır bir iş. Yorucu ve insan çeşitliliği akıl alır gibi değil. Ben iyi kötü insan idare etmeyi, bazen görmezden gelmeyi, duymamayı, biraz da orada öğrendim aslında. Herkesi ciddiye almaya kalkınca perişan oluyorsunuz. Sonuç olarak, fiziksel ve zihinsel bakımdan çok yıpratıcı bir iş. Hani sokakta gördüğünüz ve hiç hazzetmediğiniz, aynı ortamda bulunmayı tercih etmediğiniz insanlar oluyor ya, işte garsonsanız o insanlara hizmet ediyor ve iyi davranmak zorunda kalıyorsunuz. Zahmetli bir durum.
Kitabınızda garson ve müşteri ilişkisini irdeliyorsunuz. Garsona hitap şeklinin bile kültürel ve sosyolojik bir mesele olabileceğini işaret ediyorsunuz. Malum Türkiye’de garsona, AVM’de çalışan ya da evlere temizliğe giden temizlik emekçiklerine mesafeli yaklaşılır, biraz üsten bakılır, emir vererek konuşulur. Siz, bu davranış biçimi için nasıl bir yorum yaparsınız? Bu oldukça problemli davranışın altında bir takım komplekslerin ya da farklı sosyolojik meselenin olduğunu düşünür müsünüz?
Evet ve bunu epey kurcalıyorum zaten. Nasıl ki kompleksli insanlar sürekli kendinden söz eder, över ve herkeste bir kusur bulmaya çalışır; işte bir halk da böyle davranabiliyor sanırım. Bakın, muhterem insanımız kendimi bildim bileli bir Batı dergisinde/gazetesinde çıkan iyi haberle gurur duyar, eleştirel haber ve fotoğraflara ölçüsüz tepki gösterir. Komplekslerimiz var. Tabii konuya II. Mahmut’tan başlamak gerekir herhalde, burası yeri değil! Hem batılı hem doğulu bir yerdeyiz. Çok lüks bir araç kullanıp o lüks aracın üretildiği yerin trafik kurallarına uymuyoruz. Normal çünkü o halk o lüks aracı üretmeden bir kaç yüzyıl önce “Aydınlanma” diye bir şey yaşadı. Burjuvazi adlı bir sınıf çıktı ortaya ve her şeyi belirledi. Sonrasında da işçi sınıfı. Başka bir tarihimiz ve o tarihten kaynaklanan ciddi sorunlarımız var. Türkiye’de devasa bir eşitlik sorunu var. Çıkın sokağa ve birine, “Cumhurbaşkanı ile siz eşit yurttaşlarsınız,” deyin, güler muhtemelen. Bir kısmı da “Haşa” der!
Türkiye’de son zamanlarda memleketten gitmenin, gönüllü sürgünlük hissiyatları öne çıkan konuların başında geliyor. Siz bu konu için ne demek istersiniz? Gitmek mi zor kalmak mı? Siz her şeye rağmen burada kalmak isteyenlerden misiniz? Ve gidenlerin arkasından “bu şehir mutlaka” gelecek midir?
Bunlar çok uzun yanıtı olan sorular tabii. Ben genellikle ‘merkez sağ’ siyasetçiler gibi cevaplıyorum bu soruyu: “İkisi de, hem kolay hem zor!” Ne gitmek isteyenler homojen ne de kalmak isteyenler. Farklı gerekçeleri var insanların. Gitmek isteyen ve giden de boşuna değil, koşullardan ürktüğü için gidiyor. İktidar umurundaymış gibi davransa da, bana kalırsa pek aldırmıyor. Hele ki gidenler daha çok ‘Gezi’ kafasındakiler ise herhalde mutlu da oluyorlardır. Ülke kurtuluyor sonuçta! Herhalde büyük sermayeyle giden ile garsonluk yapmak için gidecek olan, aynı deneyimi yaşamayacak. Ama şu gerçek: İyi bir hayat kurmak için hakikaten belli bir nitelik gerekli ve bu da Türkiye nitelikli insanını kaybediyor demek. Gidenlerin de her şeyin o kadar kolay olmayacağını hep hatırlamalarında yarar var. Yani Londra’ya beş parasız giden insanı Saray’da ağırlamıyorlar! “Bu şehir mutlaka gelir mi peşinizden?” Eğer az çok duyarlılığı olan bir insansanız tabii gelir. Nereye giderseniz gidin, o ana dek yaşadıklarınızın toplamı kadarsınız. Kültür ve alışkanlıklar elbise değil ki çıkarıp gideceksiniz. Zaten sizi takip eden bir şey yoksa, yani o denli sığ bir insansanız, nereye giderseniz gidin ne fark eder! Ülke için de pek kayıp olmaz öylesi herhalde. Bence insan hiçbir şeyi nefretle, kızgınlıkla ve aceleyle yapmamalı.
Hey Garson!’da gurbet, eve özlem gibi temalar da sıklıkla öne çıkmakta… Bununla beraber küreselleşmenin etkisi, otantik olanın yitimi, herkesin hayatlarının birbirine benzemesi ve geleceğinin iyice belirsizleştiği bir ortamda “ev” kavramının tarifi de bulanıklaşmış görünmekte. Siz “ev” kavramanı nasıl tarif edersiniz? Kişisel hikayenizde dönmek istediğiniz ev neresidir mesela?
Doğru söylüyorsunuz, her şey gibi o da değişti, değişiyor. Benim zihniyetimle şu anda on sekiz yaşında olan birinin ki nasıl aynı olsun. Olmasın da zaten! Öyle ev bark konusunda aşırı duygusallıklarım yok. Ama bazı mekânlar çok iz bırakıyor. Baba evi, bunların başında. Eğer o evde iyi ve mutlu bir yaşantınız olduysa kuşkusuz. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayabilirim. Ama nereye giderseniz gidin bazı yerleri, sokakları, insanları arıyorsunuz sonuçta. Evi, bir yapıyla değil de mutlu anlar yaşanılan yer her neresiyse orasıyla anıyorum sanırım. Baba evi, Mülkiye’nin arka bahçesi, Haliç kıyısı… Şimdi de İstanbul’da takıntı haline getirdiğim bazı yerler olmaya başladı. Muhtemelen bir yere gitsem buraları da özlerim. Benim dönmek istediğim bir ev yok. Sevdiğim ve özlediğim evler var. Baba evi de, arkadaş evi de bu kapsamda olabilir. Ankara’da sürekli uğradığım arkadaşlarımın evlerini de çok özlüyorum örneğin.Bir de Fakülte’deki küçük odamı özlüyorum bazen. Berbat bir yerdi hakikaten ama çok zaman geçirdim orada.
Kitabınızda incelikle gözlemlenmiş farklı ülkelerden insan öyküleri sunuyorsunuz. Hikayeler arasında en çok dikkatimi çeken bahşişlere el koyan Mısırlı patron oldu. Bu durum da bir yerde doğu-batı ikilemini bir kez daha ortaya çıkarıyor. Elbette patronların iyiliklerinin ya da kötülüklerinin coğrafyalara bağlı değildir. Patron her yerde patrondur lakin iş konusunda erdemli olmak, emekten yana olmak gibi durumlarda doğu-batı arasında ciddi bir farklılık göze çarpıyor. Siz bu farklılığı neye bağlarsınız?
Haklısınız, patron her yerde patrondur ve bana kalırsa kategorik olarak iyi patron filan olmaz. O patronun varlığı, sizin sömürülmenize bağlı nihayetinde. Fakat bir patron iyi insan olabilir kuşkusuz. Tüm Batı’yı bilmediğim gibi, Doğu’yu da bilmiyorum. İri laflar edemem. Fakat benim tanık olduklarımda, evet, diğerleri daha erdemliydi. En basit meslek ilkesinden, ahlakından söz ediyorum. Bahşişleri garsonlara vermemek ne demek! Mısırlı olan kendi alırdı. Türkiyeli olan, menajerlere verirdi, onlar kendi aralarında bölüşürdü. Çok tuhaf bir durumdu bu. Bir de Mısırlı, işten önce değil işten sonra yemek veriyordu mesela. Gece o saatten sonra yemek olur mu?! Genellikle pilav, makarna! Batılı patronların fenalıklarını da anlattım aslında. Onlar da az buz kazık atmıyorlardı ama bunlar meslek ilkeleriyle değil, onların kişilikleriyle ilgiliydi. Farklılıkların kökeninde herhalde ‘kültürü’ oluşturan her şey vardır.
Londra’da garsonluk yaparken doğulu ya da batılı olma ikilemini sıklıkla yaşamış gibi görünüyorsunuz. Türkiye’nin neredeyse 100 yıllık batılılaşma ve modernleşme öyküsünde hâlâ kendisini nereye konumlandıracağına karar verememiş görünüyor? Sizce Türkiye dünyanın neresinde konumlanıyor?
Zor sorular bunlar. İki yüzyıldır Batılılaşıyor Türkiye. Azımsanmayacak kazanımlar var. Kimi iktidar mensupları iki yüz yıllık bir rövanştan söz ediyor nitekim. Atatürk’ten değil, II. Mahmut’tan başlatıyorlar. Kolay bir şey değil imparatorluk sonrası üniter yapılı bir ulus devlet kurmak. Bugün hâlâ kuruluş tartışmaları yaşıyoruz. Tabii bunun önemli bir nedeni, hiçbir sorunla gerçek bir yüzleşme olmaması. İki uygarlık arasında, ikisinin de bazı niteliklerini taşıyan ve tarihiyle yüzleşmekten çekindiği için hiçbir şeyi gerçekten ‘kuramayan’ bir ülkedeyiz. Yüz yıl sonra hâlâ ‘Cumhuriyet’ tartışıyoruz, hâlâ ‘kurucu anlaşmayı’ günlük siyasi çekişmelerde polemik konusu yapıyoruz; bunlar normal işler mi?! Bence Türkiye, hukuksal ve kurumsal olarak Batılı normlarla sarmalanmış olmasına karşın dünyanın Batısında değil, kendi dünyasında konumlanan ve kendine özgülükleri kalın hatlarla çizilmiş olan bir ülke. İstanbul’un bir mahallesi Londra’da, komşu mahallesi Irak’ta yaşıyor. Metroda karşılaşıp itişiyorlar.
Siz Londra’ya gitmeden önce, internet vs. hayatımıza girmemişti. Yurtdışı bilinmezlikleri olan bir yerdi bir anlamda. Lakin bugün öyle bir durum yok, dünyanın herhangi bir sokağına internetten nasıl bir yer olduğuna bakabiliyorsunuz. Bu anlamda bugün yurtdışına çıkanların bir nebze şanslı olduğunu düşünüyor musunuz?
Daha şanslılar tabii. Arada bir internetten hiç gitmediğim şehirleri geziyorum, müthiş bir şey. Yine de orada olmak farklı bir şey. Ekranda hissedemeyeceğiniz bir etkisi oluyor insanın üzerinde. Uzaktasınız. Bu önemli.
Türkiye’deki üniversitelerin hali malum ortada, uzun vadede de toparlanacağına benzemiyor. Diğer taraftan da bu kadar nitelikli akademisyenin işin olduğu, bölümlerin kapatıldığı bir ortamda ülkeyi yönetenlerin üniversitelerin kalitelerinden şikayet etmekte, yurt dışına gidenleri geri getirme gibi hamleleri var. Gerçi memleket üniversite ortamının çok uzun yıllardır pek parlak olmadığı da malumunuz… Siz bu durum için ne demek istersiniz?
Çok yazdım bu konuda, aynı şeyleri söylemek istemiyorum. Parlak çok sayıda insan, berbat bir dişlide öğütülüyor. Ülkeyi yönetenlerin üniversitelerden şikâyet etmeleri çok süreal bir durum. 24 bin lira vererek yurtdışındaki araştırmacıları Türkiye’ye getirmeyi planlıyorlarmış. 25 bin olsaydı keşke, daha etkili olurdu belki. Hakikaten çok sıkıldığım bir konu bu, uzatmayayım. Üniversite mensuplarına kolaylıklar dilerim.
Malumunuz üniversite ve modernite fikriyatının başında aydınlama ve bilimsel ilerleme geliyordu. Lakin günümüzde bu değer ve ideallerinin gerilediği, kimsenin hakikatle ilgilenmediği bir dönemden geçiyoruz. Diğer taraftan da üniversitenin sermayeyle yakın ilişkisi de başlangıçtaki bilim ideasından bir hayli uzaklaştırmış görünüyor. Siz genel olarak üniversitelerin son hali için ne demek istersiniz?
Düşünce özgürlüğü olmayan yerde, üniversite gibi üniversite olmaz. Bu kadar basit. Üniversite numarası yapabilirler, kendi bilecekleri iş. Tepede YÖK var, akademisyenler üzerinde baskı, herkes yayın ve puan telaşında, iş güvencesi hak getire, intihal yaygın, bazı bölümlerde hoca bazılarında öğrenci yok… Ne üniversite ideali Allah aşkına. Gülünç tartışmalar bunlar. Dedim ya, uzatmanın anlamı yok. Ayrıca bu soruları benim yerime halihazırda çalışan birilerine sorarsanız, kurumların son hâli hakkında daha sağlıklı yanıt alabilirsiniz.
Genç işsizliğin giderek yükseldiği, diplomaların ve bazı mesleklerin ekonomik bir karşılığı olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Siz de kitabınızda Türkiye’nin mesleksiz bir toplum olduğunu vurguluyorsunuz. Bu mesleksizlik halleri için ne demek istersiniz?
Türkiye yıllarını İmam Hatip okullarını tartışarak geçirdi, geçiriyor. Meslek lisesi tartışması buna indirgendi. Hâlâ aynı şeyi tartışıyoruz. Vallahi, hemen tüm kapıcıların badana ve elektrik tesisatı yaptığı ve binlerce öğrencinin işletme okuduğu çok tuhaf bir yer Türkiye. Evet mesleksizler toplumu. Ben marangoz olsaydım dünyanın her yerinde çok işe yarardım. Anayasacı olduğum için hiçbir işe yaramıyorum. Bir başbakanı yurtdışına valiziyle gönderin, ne yapar? Ayrıca bilişim devrimi emeğin verimliliğini çok artırdığı için, hem bu kadar çok çalışana, hem de halihazırdaki pek çok işe gereksinim kalmayacak yakın gelecekte. Büyük bir dönüşüm yaşıyor dünya ve hâkim siyasal/ekonomik istem. Biz seçim barajı ve anadilde eğitim tartışıyoruz ama. Daha doğrusu, bunları dahi tartışamıyoruz. Bir de hacamatçıları konuşuyoruz. Bu durum yalnızca bana anormal ve vahim görünmüyor sanırım. İtiraf edelim, gençler filan bu memleket ortalamasının pek umurunda değil.
edebiyathaber.net (3 Aralık 2018)