“Bir Dersim Hikâyesi“yle okurlarla buluşan Murathan Mungan “‘Mardin’in kurtuluşu’ için babaannemin çocukken anlattığını devlet yetmiş yıl sonra kabul etti” dedi.
Bir “tatlı perşembe” günü kocaman bir bahçenin içinden açılan bir kapıda karşılıyor Murathan Mungan bizi. Hava güzel, balkonda sardunyalar coşmuş. Melek Hanım çay getiriyor. Biraz soluklanıyoruz ve evi geziyoruz. Amacım yazı ve okuma alanını keşfetmek, koklamak… Alt kata indiğimizde devasa bir kitaplıkla karşılaşıyoruz. Muntazam yerleştirilmiş kitaplar, yılların izini taşıyan objeler, kedi resimleri, hatıralarla yüklü fotoğraflar, eskiden askerlerin kullandığı ahşap bavullar… Kendimi bir gazeteciden ziyade, şaşkın ve kurmaya çalıştığı cümleleri sürekli deviren bir okur gibi hissediyorum. Evet, öyleyim de… John Steinbeck’in Tatlı Perşembe romanının çook eski baskısını görünce sesim yükseliyor. Ne de olsa bugün “tatlı perşembe…”
O da iştahlı bir okur. Edebiyatın, kitapların, eskinin kıymetini bilen biri… Yeni kitaplardan bahsediyor, okur iştahım kabarıyor. Gülerek bir “örgüt odası”ndan bahsediyor. Üst kata çıkıyoruz. Küçük bir dolaptan ince uzun bir yere giriyoruz. Masal gibi. Sığınak gibi bir yer ya da ne bileyim bir edebiyat labirenti belki… Örgüt odası dediği yerin bir bölümünde polisiye romanlar var, daha ileride Kürt meselesi ile ilgili tüm kitaplar… Artık konuşmak için aşağı iniyoruz, ses kayıt cihazını açıyorum…
Bir Dersim Hikâyesi kitabıyla ilgili ne hissediyorsunuz?
Hoşnutum, “iyi ki yapmışız,” diyorum. Farklı kesimlerden güzel tepkiler aldık. Yazarlara güveniyordum, hem edebiyatçı nitelikleri hem de tarihsel sorumluluk duyguları anlamında. Kitabın kendine düşeni yaptığını düşünüyorum. Bu çeşit projeler, yaratıcılığı kışkırtmanın yollarından biridir. Yazarlar, bu vesileyle Dersim’e bir kez daha bakmak ihtiyacı hissetti ve yazdıklarıyla bu ihtiyacı okura aktardılar. Amaç da buydu.
Kitabın önsözünde “İyi edebiyat özcü değildir” yazmışsınız. Bu “özcülük”ten kasıt nedir?
Önsözde daha iyi ifade etmiş olabilirim, kabaca olan bitenleri bir ırkın, bir cinsiyetin, bir kesimin doğasıyla açıklama eğilimine “özcülük” deniyor. Özcülük bir zihin klişesidir, yoksa ne İngilizler kurnaz, ne Bizanslılar kalleş, ne kediler nankör, ne bütün kadınlar “doğaları gereği” savaş karşıtıdır… Canavar halk yoktur; zalim iktidarlar ve karanlık zihniyetler vardır. Toptancı, indirgemeci yaklaşımlarla ne tarihsel olaylar ne de süreçler açıklanabilir.
“Edebiyat kin tazelemek için değil hafıza tazelemek için yapılır…” Burada şunu sormak istiyorum; Ermeni Soykırımı, Maraş, Dersim, Halepçe Sivas katliamları ve niceleri… Bu darbeler, bu katliamlar edebiyata yansıdı mı?
Hayır, yansımadı. Nedenleri çok çeşitli. Kalkışan cezalandırılır. Dersim’le ilgili bir röportaj nedeniyle Osman Şahin hapis yatar. Sanatın, edebiyatın, basının üstünde kat kat ağır baskılar oluşmuş yıllar yılı; hapis, sürgün, ölüm. Sonra resmî ideolojinin görünen ve görünmeyen baskısını düşünün. Resmî tarihe karşı, sözlü tarihe, hayat hikâyelerine olan inancım çocukluğumdan başlar. Mardin’in kurtuluşu kutlanırdı örneğin. Babaanneme sordum ne olduğunu, dedi ki: “Sabahleyin Fransızlar geldi, valilik binasına bayrak çektiler; öğleden sonra da Türkler geldi, bayrak çekti… Dediler ki, işte Mardin kurtuldu!” Babaannemin bana çocukken anlattığını devletin kabul etmesi için 70 yıl geçti. Artık kutlanmıyor. Şimdi gelelim Kurtuluş Savaşı’nın diğer hikâyelerine, sahiden ne oldu?
Neden peki, korkuyor muyuz?
Sadece korku değil, ciddi bir zihinsel kireçlenme var. Düşünün ki çok yıllar sol muhalefet bile devletin dili, ideolojisi, yaklaşımıyla tarihe baktı. Kimse hakikatleri sonuna kadar konuşmak konusunda gönüllü değil, herkes gerçeklerin kendi siyasetine uygun olan kısmıyla ilgili. Gerçekler, yalanla büyütülmüş çocukların gözlerini korkutur. Toplum olarak gözlerimiz kamaşıyor şu anda. Bazı kesimlerin gözlerini yummaktaki ısrarları bu yüzden. Bazıları bu kadar acılı bir maziyi hatırlamak istemiyor; olmuş bitmiş, geçmiş gitmiş, biz günümüze bakalım derdinde. Komedi filmi çekenler hep der ya “Geçim şartlarının altında ezilen halkı biraz olsun güldürüp eğlendirmek için yapıyoruz” diye. Anlayacağınız bunca ölüm, zulüm hep bu komedi ihtiyacı yüzünden. Keşke İdris Naim Şahin de yalnızca bir şaka olsaydı değil mi?
Tarihe kayıt düşmenin yolları hakkında konuşalım… Mesela edebiyata rol düşüyor, ama üstüne düşeni yapamıyor diyebilir miyiz?
Evet, çok fazla nedeni var yalnız bunun. Öncelikle edebiyat ağır pişen bir yemek. Haftalık haber dergisi hızında nitelikli iş çıkartamazsınız. Aradan geçen zamanın filtrelerine ihtiyacınız vardır. Öte yandan, şunu da söylemek gerekir ki, örneğin 90’larda iç savaş bütün şiddetiyle sürerken, kimse yeterince etkin olamadı bu konuda. Ama bizde edebiyat da “cemaat kültürü”nün bir parçasıdır. Birbirine benzemenin değer sayıldığı anonim üretimle dönemsel dalgalar paralel gitmiştir hep. Yeni kurulan Cumhuriyet, fikrî ve zihnî taşıyıcısı olmayan yazarları dışarıda bırakmıştır. Türkçeleştirme hareketi, yazısı Osmanlıca tınlayan herkesi dışlamıştır. Safiye Erol, Nahit Sırrı Örik, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bunca geç keşfedilmesi bundandır. Aslında her anlamda “memur bir edebiyat” olmuş, bir türlü kravat çözememiştir. Devletin hiç nefes aldırmadığını da unutmamak gerek. Şimdi bir sarsıntı yaşıyoruz. Artık yazar birey olarak durabiliyor edebiyatın içinde.
Dersim meselesine geri dönmek istiyorum. Erdoğan “Gerekiyorsa özür dileriz” dedi ve diledi de; sahici ya da değil. Sonrasında Uludere Katliamı yaşandı ve bunun hesabını veremiyorlar…
Bence özrü çoktan aştı geçti bu mesele. Roboski bir katliamdır. Uydu ekranlarından seyredilen bir Hollywood klişesi değil, bir halkın sistemli biçimde kıyım projesidir. Dersim’den özür dilemek kolay, bunun mevcut iktidar için siyasî bir faturası yok. Onu CHP tarihine havale ediyor. Ama Roboski siyasî fatura gerektiriyor. Hem özür dilesen ne olacak, asıl sorun bu katliam zihniyetinin ne kadar değiştiğinin sorgulanması. Madımak’a kadar gelebiliyor musun? Her iktidar körleşme getirir, demin sözünü ettiğim bazı kesimlerin gerçeklerin ışığından kamaşan gözleriyle iktidarın körlüğü çakışıyor.
Bir sanatçı, bir insan olarak ne hissediyorsunuz peki tüm bu olanlara?
Derin bir insanlık mahcubiyeti duyuyorum. Varlığım inciniyor. Yakın uzak tarihli bir sürü toplu kıyım, cinayet… Olağanlaştırılan, sıradanlaştırılan zulüm. Birdenbire Konca Kuriş’i hatırlıyorum örneğin. Domuz bağıyla gömülenleri. Hikâyelerinin üzerine toprak atılan ölüleri. 80’lerin Diyarbakır Hapishanesi’ni. Politikacıların ellerinde kürek var, sürekli tarihin ve gerçeklerin üstüne toprak atıyorlar. Silahları başkalarına taşıtıyor, kürekleri kendileri taşıyorlar.
Özür dilemenin de bir manası yok o zaman…
Tarihten şimdi için özür dilenir. Asıl şimdiye hazır değiller. Ürküten şey şu: Bugün Dersim’i konuşursan, yarın Pontus Rumları’nı, öbür gün 1915’i konuşmak zorundasın. Bütün bunlar sonuna kadar konuşulmadıkça tarihin susmayacağını biliyorlar. Kelimelerden, gerçeklerden, geçmişin gölgelerinden korkuyoruz. Bize giydirilen roller, kimlikler bizi kendi zihnimiz içinde tutsak etmiş. Devletin ilk hapishane projesi, kendi gardiyanını kendi başına dikmektir zaten. Herkesin başına bir gardiyan dikemeyeceğine göre, kişiye kendi zihninden bir gardiyan yaparsın. Düşünmekten, araştırmaktan, konuşmaktan korkan bir gardiyan. Asıl tutsaklık budur. Seçim sonuçlarını da seçmenlerin değil, o gardiyanların oyu belirler.
Gelelim tiyatro meselesine… Neler oluyor, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu bir tiyatroyu ıslah değil, tiyatroyu, giderek sanatı, kültürü imha projesidir. Devletin parası yoktur, halkın vergileri vardır. Burada değişen hükümetlerden değil, devletin işletilmesinden söz ediyorum. Mevcut kurumların elbette yapısal sorunları vardı; yıllardır dile getiriliyordu, kimse bunu bahane etmesin. Asıl mesele şu: Geçmişte şikâyetçi oldukları kurumları -YÖK örneğinde olduğu gibi- kaldırmak, üniversiteleri özerkleştirmek yerine, o kurumun sahip olduğu baskı olanaklarını kendileri için kullanma pragmatizmi bu. Serbest piyasa mantığıyla yapacağınız ilk şey opera, bale, klasik müzik kurumlarını kapatmaktır.
Nasıl kapatmak?
Madem her şeyi halka götürüyoruz, bu konuyu da referanduma götürelim ve soralım: Opera, bale ve klasik müzik kurumları kapatılsın mı? Sonuç ne çıkar sanıyorsunuz? Değişen hükümetlerin taşıyıcısı değildir sanat kurumları. Onlar kendi dinamikleriyle zamanlar üstü konumlandırılmalıdır. Bir başka katliam mimaride yaşanıyor; şehrin silueti yok ediliyor. Zamanında, kendilerini kapının dışında, boynu bükük, el pençe bırakılmış hissetmenin ezikliğiyle tarihten ve İstanbul’dan intikam alıyorlar. İmar yasalarıyla bu yüzden oynuyorlar.
Son olarak, neler yapacaksınız önümüzdeki dönemde?
Sonbaharla birlikte yeniden kenara çekilmeyi, içime kapanmayı düşünüyorum. Harita Metod Defteri’nin merakla beklendiğini biliyorum. Ama çocukluk, gençlik, anne baba, her zaman yaralı bir malzeme. Dönüp gerideki yıllara bakmak ayrı bir iç gücü gerektiriyor. Bazen verilmiş bir söz, edilmiş yemin gibi yaşarsın hayatı. Galiba ben öyle yapıyorum. Ölümümden sonraya çalışıyorum. Ve Tuğla geliyor sonbaharda. 78’den bu yana yazdığım yazılardan derlenen bu kitaptan sonra bir daha eski yazılardan oluşan bir kitap çıkarmayacağım. Son tuğlayı koyuyorum. Bu arada bana hep sorarlar, “Şiir mi hikâye mi yazmak zordur” diye. Aslında en zor olanı oyun yazmaktır. Ama benim için en zoru önsöz yazmak. Bir yıla yakındır elimdeydi bu kitabın önsözü, dün bitti. Ne zaman bir şey bitirsem, “içimde bir iş görmenin saadeti.”
Söyleşiyi gerçekleştiren: Sibel Oral – Taraf (28 Mayıs 2012)