Mustafa Ali Yurdupak: “Mevcut düzenin ömrünü tamamladığı ancak ikamesinin de henüz doğmadığı bir alacakaranlık kuşağındayız”

Ekim 7, 2024

Mustafa Ali Yurdupak: “Mevcut düzenin ömrünü tamamladığı ancak ikamesinin de henüz doğmadığı bir alacakaranlık kuşağındayız”

Söyleşi: Serkan Parlak

Deneyimli bürokrat Mustafa Ali Yurdupak’la Dark İstanbul etiketiyle okurla buluşan,  derinlikli istihbarat ve casusluk tarihi araştırmalarından hareketle kaleme aldığı yeni polisiye romanı  “Sahte Bayrak Operasyonu” hakkında konuştuk.

Mustafa Ali Bey, ilk romanınız “ Gündönümü Harekâtı”  salgın günlerinde yayınlandı. Yeni polisiye romanınız “Sahte Bayrak Operasyonu” ise geçtiğimiz günlerde Dark İstanbul etiketiyle okurla buluştu. Bu süreçte okurlarınızdan olumlu ya da olumsuz ne gibi eleştiriler aldınız?

Genelde olumlu şeyler duyuyorum. Detaylara gösterdiğim özen, 1930’lu ve 40’lı yılların İstanbul’una dair belgesel tadı veren tasvirler okurlarca beğeniliyor. Kahramanları dönem diliyle konuşturmam bazı okurlar tarafından çok sevilirken bazıları da romanda dipnot fazlalığı yarattığını düşünüyorlar. İlk romanda 231, ikincisinde ise 362 dip not var. Her ne kadar akıcı bir anlatımım olduğunu söyleseler de bahsettiğim sayılarda dip notlarla roman okumak istemeyenler de olabilir. Romanlarda bahsettiğim yılların gerçek şahsiyetleri de “cameo” diyebileceğimiz şekilde arz-ı endam ediyorlar. Okurlar satırlarda Stalin, Kalust Gülbenkyan, Hitler, Kral VII. Edward, Chruchill, İsmet İnönü, dönemin casus şefleri Şükrü Ali Ögel ve Mehmet Naci Parkel, Rıza Soyak hatta Büyük Atatürk gibi isimleri görmeyi de alışılmadık buluyorlar.

Kurmaca ve kurmaca dışı türlerle ilişkiniz, yazı serüveniniz ve son romanınızın ortaya çıkış sürecini anlatabilir misiniz?

Bu serüven okuma yazmayı öğrenmemle başladı diyebilirim. Hatta daha geri gidersek ilkokul öncesinde hikâyeler uydurup anlattığımı hatırlarım. Denizler Altında 20,000 Fersah’tan etkilenerek küçük bir defteri dolduracak bir öykü yazdığımda sanırım ilkokul üçüncü sınıftaydım. Üniversite yıllarında arkadaşlarla çıkardığımız bir dergide de kısa öykülerim yayınlandı. Meslek hayatına başlayınca bu tutkuyu kariyer kaygılarıyla gemlemeye gayret ettim. Profesyonel hayatta 20 yılın sonunda insanın hobilerine tutunması gerektiğini kavrayıp yeniden yazmaya karar verdim. Önce bir boyumun ölçüsünü alayım diye yaratıcı yazarlık kursuna gittim. Kurs bittiğinde ilk romanın taslağı ortaya çıkmıştı.

Son roman aslında bir üçlemenin ikincisi. Milli İstihbarat Teşkilatının kurulduğu 1920’lerden 1960’lara kadar geçen zamandaki adı Milli Emniyet Hizmeti. Benim üçleme de bu teşkilatın deneyimli bir ajanı olan “Amcabey” lakaplı Münir Şekip Alkan’ın maceralarını anlatıyor. İlk romanım 1943 yılında II.Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da geçen bir casusluk öyküsünü konu ediniyor. İkinci romanda ise Amcabey’in 1936’daki bir macerasını anlattım. Üzerinde çalıştığım üçüncü romanda ise 1950’lerin başlarındaki bir öyküsünü konu edineceğim. Romanlarımda detaylara fazla önem verdiğim için bir belgesel tadı alan okurlardan “Bu yazdıkların gerçek mi?” diye soranlar çok oluyor. Bu vesile ile bir kez daha tekrarlayayım. Amcabey de yaşadıkları da kurgudur. Ama gerçeklerin bundan çok da farklı olmadığını söyleyebiliriz.

Yeni romanınızda ilham kaynaklarınız neler oldu, istihbarat ve casusluk tarihi araştırmalarınız ve okumalarınız kurmaca metninize nasıl yansıdı?

İkinci romanda konu aldığım 1930’ların bugünlere benzediğini düşünüyorum. Yükselen otoriterlik, ekonomik bunalımlar, kurtuluşun aşırılıkçı ideolojilerinde olduğunu savunan ve kişilik bozukluklarıyla malul liderler… Sonuç pek hazin olmuştu malum. 1939’da II.Dünya Savaşı patladı! Şimdi de uzmanlar yaklaşmakta olan bir savaşın ayak seslerini duyduklarını söylüyorlar. Bu koşutlukla 1930’ların dünyasına daha kolay girdiğimi düşünüyorum. Öte yandan ülkemizin yaşadığı 15 Temmuz gibi trajedilerden de inançların nasıl suiistimale ve yabancı güçlerin manipülasyonlarına konu edildiğini gördük. Bunun da bana bir fikir verdiğini söyleyebilirim. İstihbarat tarihi ve casusluk konularında ki okumalarımının kurmacaya yansımaması olanaksız. İstihbaratın kendine özel birçok terimi var. Detraptan tutun fırça darbesine ve “keysofiser” yani vaka subayına kadar. İstihbaratçı kahramanlarının bu terminoloji ile konuşması kurgunun gücünü artırıyor.

S.4. Her iki romanınızın da merkez karakteri olan Milli Emniyet Hizmeti (MAH) Riyaseti’nin deneyimli ajanlarından Amcabey lakaplı Münir Şekip Altan’ın temel kişilik özelliklerini bir de sizden dinleyelim.

Başkahramanım Münir Şekip Alkan, “Amcabey” lakabını 1930’larda büyük karikatürist Cemal Nadir Güler’in gazetelerde çıkan bant şeklindeki çizgi karakterine benzetilmesiyle alıyor. Kilolu, melon şapkalı, papyonlu ve tel çerçeveli gözlüğü olan birisi. James Bond gibi karizmatik bir görünüşü yok. Buna karşın oldukça zeki, sabırlı ve istihbarat mesleğini usta-çırak ilişkisi ile öğretmeyi ilke edinmiş tutkulu bir istihbaratçı. Kendine has bir inatçılığı ve mesleğinde iyi olanların sahip olduğu bir özgüveni var. Bu nedenle bazı durumlarda pek makbul tutulmadığı da oluyor. Düzenli ve mazbut bir aile hayatı var. Onu Bond gibi çapkınlık yaparken göremezsiniz. Bu haliyle Amcabey’de biraz John le Carre’nin George Smiley’i biraz da rahmetli Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Komiser Cemil’i var sanırım. Lakin Amcabey Cemil gibi yanındakilerden sigara istemiyor kendisi sıkı bir sigara içicisi olduğu için “Sipahi Ocağı” paketini yanından eksik etmiyor. Yazma eser merakı da var. Amcabeye aleladelik zırhına bürünmüş kuvvetli bir mazruf diyebiliriz.

Yeni romanınız “Sahte Bayrak Operasyonu”nda 1890’lar Anadolu’sunda trajik bir olayla kurulan zemberek, yarım yüzyıl sonra İngiliz istihbaratının Stalin’in zokasını yutması sonucunda boşalıyor, bu olayın tetiklediği entrikalar zinciri, Cumhuriyetimize yönelen büyük bir komploya dönüşüyor. Romanınızın temel meseleleri ve günümüzün güncel dertlerinden komplo teorileri hakkında neler söylemek istersiniz.

Az önce de biraz bahsettim. Hem dünyanın içinde bulunduğu genel durum hem de ülkemizin son 10 yılda iyice belirginleşen sıkıntılarını benzer bir dönem olan 1930’larda geçen bir romana konu etmemde bu yaşadıklarımızın elbette payı olmalı. Ama günümüzü dünden ayıran temel trajedimiz bizim o dönemdeki yurtseverlikle yoğrulmuş; cepheden cepheye koşarak kurtardıkları ülkeyi Cumhuriyetle destekleyen dünyayı ve güç dengelerini tanıyan kurucu liderlerin devlet aklından mahrum oluşumuz. Amcabey şimdiki zamanın bir kahramanı olsaydı işi çok daha zor olurdu.

Komplo teorileri yanlışlanamazlıklarıyla inanlarına bir konfor alanı sunuyor. Alıcısı bol. Kurgusal eserlerde de bunu görüyoruz. Kukuletalı pelerinlerle ayinler yapan Tapınakçılara karşı mücadele eden istihbaratçı öyküleriyle karşılaşıyoruz. Oysa gerçeğin ışığı, feyz almaya hazır yazarların da senaristlerin de çalışmalarını aydınlatacak kadar güçlü.

Mustafa Ali Bey, Türkiye’de polisiye ve popüler tarihi romanların köklü bir geçmişi olmasına karşılık casus romanları ancak 80’li yıllardan sonra gelişmeye başladı. Neden casusluk türünde yazıyorsunuz? Ek olarak çok ciddi bir birikim olmasına karşılık Türkiye’de neden siyasi polisiye romanlar bu kadar az yazılıyor sizce? Öte yandan son dönem yerli polisiye romanlarda toplumsal meselelerin görünürlüğünün arttığını düşünüyorum, ne dersiniz?

Bence polisiye türü ülkemizde oldukça kuvvetli. Ancak onun bir alt dalı diyeceğimiz İngilizcede “spy thriller” olarak geçen; Türkçeye “casusiye” diye çevirebileceğimiz türde daha az esere rastlıyoruz. Gerek siyasi polisiye, gerekse casusiyede az eser olmasının bir nedeni sanırım ülkenin siyasi tarihi. Yakın zamanlara kadar istihbarat denilince akla fişleme, işkenceli sorgular, Ziverbey Köşkü gibi şeyler geliyordu. Siyasi boyutu olmayan polisiye yazıyorsan suçlular gibi kenar mahalleden yetişmiş halkçı polis tiplemeleri yaratabiliyorsun. Az önce verdiğim Komiser Cemil örneği biraz böyledir. Emrah Serbes’in Behzat Ç karakteri de böyledir. Ancak “halkçı istihbaratçı” diye bir tipleme yapamazsınız. Yazarlarda korku ve nefret uyandıran bir şeyden pozitif öyküler çıkarmaya gayret edilmediğini zannediyorum. Behzat Ç. ve siyasi polisiyelerde toplumsal meseleler öne çıkıyor bence de. Bunlar 1930-1950 arasında Amerika’da çok popüler olan “hardboiled” yani “taş kalpli” alt türüne çok benzerlik gösteriyorlar. Savaştıkları suçlularla aynı sosyoekonomik arka plandan gelen, lümpenliğin sınırlarında gezinen kahramanları çok seviyoruz. Okuduğum hemen her polisiyede sinkaflarla karşılaşıyorum. Sanırım sorunlarımızı bu tür kahramanlara çözdürmeyi seviyoruz. Bence “hardboiled” unsurların popülerlik kazanması tesadüf değil. Kuralsızlaşmanın gemi azıya aldığı, organize suçun kol gezdiği zamanlarda, 1930’ların Amerika’sında olduğu gibi, okuyucu Behzat Ç’lere sığınıyor.

Türk ve Dünya polisiye edebiyatında başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri? Sizi çok etkileyen roman ya da öykü karakterleri var mı?

Casusiyenin piri İngilizlerdir. John Le Carre, Ian Fleming, Ken Follett ve Graham Greene kurgularını beğenmemek mümkün mü? Bu isimlerden bazıları zaten meslekten istihbaratçıdırlar. James Bond karakterinin yaratıcı Ian Fleming mesela. Bizde meslekten istihbaratçı Bülent Rusçuklu’nun romanları da hem bilgi hem de ilham vericidir. Nigel West’in kitapları da başucu eserleri arasında diyebilirim. Beni en çok etkileyen karakter Le Carre’in George Smiley’sidir. Zaten Amcabey’de ondan izler bulunduğunu az önce söyledim.

Bir yanda robotlar, yüksek hızlı trenler, drone otomobiller, sürücüsüz araçlar, kuantum bilgisayarlar, gen editörleri, yapay organ üreticileri, veri dedektifleri gibi yeni meslekler… Öbür taraftan iklim krizi, salgınlar, savaşlar, göçler, ırkçılık, her geçen gün daha da artan temel eşitsizlikler… Kitaplar, dergiler, dijital mecralar, sosyal medya, filmler… Mustafa Ali Bey son olarak yazarların, yayıncılığın ve okur kitlesinin geldiği son noktayı da göz önünde bulundurarak sizin hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde polisiye roman ve öykü türünün bugününü ve gelecekte neler olabileceğini değerlendirebilir misiniz?

Bahsettiğiniz gelişmeler bizi bir belirsizlikler çağına sürüklüyor. Kötümserler bizi bekleyen akıbetin bir tekno-totaliter dünya olacağını söylerken iyimserler insanların daha az çalışacakları daha fazla serbest zamanları olacağı bir dünyanın resmini çiziyor. Sanırım gerçek bunların arasında bir yerde olacak. Mevcut düzenin ömrünü tamamladığı ancak ikamesinin de henüz doğmadığı bir alacakaranlık kuşağındayız. “Yeni” geldiğinde yazarlar ve okur kitleleri nasıl şekillenecek bunu öngörmek imkânsız. Hikâye etmek benim tutkum. Kitleleri dönüştürecek çevirimlere bizi nereye fırlatır çok da merak etmiyorum. İnönü’nün Johnson mektubuna yanıtı gelir hep aklıma. “Yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır” demişti deneyimli devlet adamı. Ben küçük bir okur kitlesi olan ve halen kendini amatör olarak tanımlayan bir yazarım. Ben de bu ‘Cesur Yeni Dünya’da mütevazı bir yer alırım herhalde! 

edebiyathaber.net (7 Ekim 2024)

Yorum yapın