Söyleşi: Serkan Parlak
Mustafa Ali Yurdupak ile İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlanan ilk romanı “Gündönümü Harekâtı” hakkında konuştuk.
Mustafa Ali Bey, ilk romanınız “Gündönümü Harekâtı” salgın günlerinde okurla buluştu. Edebiyatla ve özelinde romanla ilişkiniz nasıl başladı, nasıl gelişti ve bugünlere nasıl geldiniz?
Edebiyatla tanışmam ilkokul yıllarında çocuk klasikleri ile oldu diyebilirim. Geri dönüp baktığımda bana “bir kitap okudum hayatım değişti” dedirten anı ben-belki bu yazıyı okuyanlara komik gelecek ama- Jules Verne’in Denizler Altında 20.000 Fersah ile yaşadım sanırım. Çocuk muhayyilesi ile “ben de böyle bir şey yazabilirim” diye düşündüğümü o heyecanla ince bir defteri dolduran bir “alternatif” Denizler Altında 20.000 Fersah yazdığımı hatırlıyorum. Yazmanın büyülü bir şey olduğunu bana hissettiren ilk deneyimimdi. Yeniyetmelik çağlarında okuduğum Stephen King ve Agatha Christie romanlarında; üniversite yıllarına eşlik eden klasiklerde de hep o aynı hissi yaşadım. Her romanın sizi bir evrene çeker. Benim asıl merakımı uyandıran ise romanların yazılış öyküsü olmuştur. Her okuduğum romanda yazarın deneyimlediklerini hayal etmeye çalışırım. Bahsettiğim küçük defterden sonra uzunca bir zaman yazma tutkusunu uykuya yatırdım. Üniversite yıllarında arkadaşlarla çıkardığımız dergilerde kısa öyküler kaleme almıştım. Meslek hayatına atıldıktan sonra ikinci bir kış uykusu dönemi başladı. Bu uykudan silkinerek uyandım diyebilirim. Beni tamamlayacak bir şeyden “şimdi sırası değil yapılacak daha önemli şeyler var” diye kendini şartlayarak uzak durduğumu fark ettim. Bu kendime yabancılaşmaya son vermek üzere bir adım atmaya karar verdim ve ilk yaptığım iş İnternet üzerinden yaşadığım şehir Ankara’daki yaratıcı yazarlık kurslarını aramak oldu. Yolum Sinemart ile kesişti ve iki dönemlik güzel bir eğitimden sonra klavyenin başına ilk romanım olan Gündönümü Harekatı için oturdum.
İlk romanınızda ilham kaynaklarınız neler oldu, gözlemleriniz, okumalarınız metninize nasıl yansıdı?
İlk romanın konusu bahsettiğim kurs sırasında kafamda oluşmaya başladı. 2.Dünya Savaşı hep ilgimi çekmiştir. TRT’de yayınlanan “Savaş ve Anılar” dizisinin beni nasıl büyülediğini hatırlarım. Büyük annem, bize uzak bir masal çağı gibi gelen o yıllara dair hatıralarını anlattıkça merakım artmıştı. Ekmeğin karneye bağlanışı, Kızılay’ın gaz maskesi dağıtması, olası hava saldırısı için yapılan tatbikatlar. Büyük annem bunları o yıllarda otuzlu yaşlarındaki genç bir kadın olarak yaşamıştı. Onun neredeyse tüm anlattıklarını ilkokul çağında bir çocuk olarak olarak yaşamış Altan Öymen’in hatıralarında da okuduğumda çok duygulanmıştım. Yeniyetmelik çağlarında okuduğum “ucuz roman” diyebileceğimiz Sven Hassel’in cephe öykülerinden tutun Vasili Grosman’ın abidevi eseri “Yaşam ve Yazgı” gibi 2.Dünya Savaşı fonunda geçen çok sayıda roman, hatıra, biyografi okudum. İlk roman gözümü korkutuyordu. Bitirememekten ya da tıkanmaktan çekiniyordum. Hakkında bu kadar çok okuduğum bir dönemde geçecek bir romanın kendisini daha kolay yazdıracağını düşündüm.
Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor? Özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?
Bu tamamen matematiksel bir süreç. Ben romanlarımı beşer bölüm halinde oluşturuyorum. Bu beş bölümde beş alt bölüme ayrılıyor. 25 sahneden oluşuyor diyebiliriz. Doğrusal bir zaman çizgisinde 25 sahnede ilerleyen bir öyküden bahsediyoruz. Zamanı eğip büktüğümüz ya da çok katmanlılığa başvurduğumuz bir olay örgüsü olmadığı için işim daha kolay. 25 sahneyi yaklaşık birer sayfada özetleyen 25 sayfalık bir çekirdek çevresinde romanı örüyorsunuz. Yazarken oluşabilecek zaman mekan tutarsızlıklarını, gidişata ters düşen ve mantığa uymayan noktaları yakalayabilmek için elinizdeki çekirdek çok işe yarıyor. Karakter kartları dediğim protagonist ve antagonistlerin kısa yaşam öykülerini de kurgulamaya önem veriyorum çünkü okurlar bazı karakterlerle ileride yazacağım romanlarda da karşılaşacaklar.
Roman türünü ben seçmedim. Tür beni seçti diyebilirim. Amacım bir hikaye anlatmak olduğu kadar o hikayenin geçtiği zaman ve mekana okuyucuyu çekebilmek. Bunu öykü türünde yapabilmek zor. Ben bir kaçma kovalamaca öyküsü anlattım ama bir şehri de tasvir ettim. Sinema afişlerinden, kitapçı vitrinlerine, tramvay biletlerinden Rebetiko plaklarına kadar uzanan bir tasvir bu. Kitabımın kahramanları Amcabey, Tarık Silahtar, Paul Winkler olabilir ama iki karakter daha var 1943 yılı ve İstanbul. Onlar her yerde hazır ve nazırlar. Bu bilinçli bir tercih, kullanılan jiletlerden okunan kitaplara kadar detayları veremedikten sonra sisli puslu sokaklarda birbirini takip eden fötr şapkalı ve paltolu adamların öyküsünü okuyucuyu ikna edecek şekilde anlatamazsınız.
Romanınızda , II. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’ndeki son Alman taarruzu olarak geçen Kursk Muhaberesi öncesinde, 1943 yılının o tekinsiz kışında, İstanbul’a gelen Gestapo ajanı Klaus Schramm ile işinin ehli Türk ajanları Amcabey ve Tarık Silahtar’ın arasında yaşanan mücadele anlatılıyor. Mücadelenin merkezinde Gestapo’nun peşine taktığı SS’lerden kaçarken hayatını yeni bir kimlikle sürdüren muhalif bilim insanı Paul Winkler var. Mustafa Ali Bey, Türkiye’de polisiye ve popüler tarihi romanların köklü bir geçmişi olmasına karşılık casus romanları ancak 80’li yıllardan sonra gelişmeye başladı. Sizce bunun nedenleri neler olabilir, ek olarak neden bu türde bir roman yazdığınızı sormak istiyorum.
Dediğiniz gibi polisiyenin çok daha köklü bir geçmişi var. “Cinai Roman” diye bir alt türle başlıyor. Erken dönem Sherlock Holmes çevirileri, Leblanc’ın Arsen Lüpen’ine alternatif Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yarattığı Cingöz Recai’si, Kemal Tahir’in Spillane’den uyarladığı Mayk Hammer’i diye hemen bir çırpıda aklımıza isimler geliyor. Sanırım suç dünyası, kibar hırsızlar, hovarda anti kahramanlar okuyucumuza daha çok hitap ediyor. Halk edebiyatımızın “ferman padişahın dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu; “tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diyen Köroğlu hikayeleri ile dolu olduğunu unutmamalıyız. İstihbarat ve casusluk ise böyle yiğitlik öykülerine yer veren bir alan değil. John Le Carre gelmiş geçmiş en büyük casus romanı yazarlarındandır. Her romanında benzer sözleri tekrarlar. “Casusluk aşırılığa gömülmüş normalliktir. Casusluk beklemektir” der. Bir yerde “Arada sırada komediyle son bulmayan istihbarat operasyonu yok gibidir” der. John Le Carre eski bir istihbaratçı o yüzden sözlerini yabana atmamak lazım. Satranç tadında bir öykü, cirit tadında anlatıları sevenlere hitap etmiyor olabilir. Bir de yakın zamanlara kadar istihbarat ve istihbaratçılık negatif algılanıyordu. Kadim Türklerde casusa çaşıt denildiğini biliyoruz. Bu sözcük zamanla anlam değiştirerek ara bozmak amacıyla söz taşıyan kimseyi tanımlamaya başlıyor. Bu anlam değişimi bize bir ipucu veriyor. İstihbaratçı denilince kısa süre öncesine kadar kendi halkını, aydınlarını fişleyen bir yapı akla geliyordu. İstihbaratın ülkenin bekası için gizli kalması gereken bilgileri muhafaza etmek ve rakiplerini yanıltmak sanatı olduğu gerçeğine insanımız yeni yeni alışıyor. Bu alana yönelen canlı bir ilgiye şahit oluyoruz. Diziler çekiliyor, filmler yapılıyor. İstihbarat tarihimiz üzerine neredeyse her gün bir araştırma yayınlanıyor. Ama romana gelince halen bir sessizlik var gibi. İkinci sorunuzun cevabı da sanırım burada. Üzerinde az çalışılmış bir alan olması beni bu türe çekti.
Bir roman okumuyoruz da polisiye film izliyoruz sanki. Bu tarz bir anlatım aracılığıyla neyi amaçladınız, romanınızın filme uyarlanma ihtimali var mı sizce?
Bilinçli bir tercih değildi. Yani filme alınması kolay olacak şekilde yazayım. Senaryolaştırması kolay olsun gibi bir kaygım yoktu. Biraz önceki sorunuza yanıt verirken 25 bölümü 25 sahneye benzettim hatırlarsınız. Bu doğal bir sonuç zannedersem. Herhalde casus romanlarını “film/dizi dostu” bir tür sayabiliriz. İngiliz Yazar Ian Fleming’in karakteri James Bond’un geldiği noktaya baksanıza. Tabi burada Bond’un bir süper ajan olmasının da etkisi var. Şık elbiseler, lüks arabalar, baş döndürücü kadınlar, asla hedefini ıskalamayan kurşunlar. Bond’a göre çok daha gerçeğe yakın bir casus karakteri ise az evvel bahsettiğim John Le Carre’ın yarattığı George Smiley’dir. O bile, bu saydığımız tüm renklerden mahrum olmasına karşın, 1980’lerde bir BBC dizisine; yakın tarihlerde de Gary Oldman ve Colin Firth gibi aktörlerin rol aldığı bir filme konu oldu. Gündönümü Harekatı filme uyarlanabilir mi sorusuna cevabım: “neden olmasın”
Casus romanları türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?
Sohbetimizin başından beri papağan gibi tekrarladığım John Le Carre’ın bu isimler arasında ilk sırada olduğunu tahmin edersiniz herhalde! Bu alanda İngilizlerin büyük bir hakimiyeti var. Onları farklı kılan hemen hepsinin meslekten yetişme olmaları. Le Carre gibi yine hayranı olduğum Graham Greene de İngiliz istihbarat örgütü MI6’nın bir elemanı. Bond hayranı sayılmam ama karakterin yaratıcısı Ian Fleming de II.Dünya Savaşı sırasında donanma haber alma ajansında çalışmış sonra MI6’ya geçmiş Meşum 6/7 Eylül olayları sırasında da Türkiye’deymiş! Hatta Bond filmlerine ilk uyarlananlardan olan Rusya’dan Sevgilerle’ isimli romanı malum Türkiye’de geçer ve 6/7 Eylül olaylarından sadece birkaç yıl sonra yazılmıştır. Yine MI6 çalışanı olup Türkiye’de geçen Korkuya Yolculuk ve Dmitros’un Maskesi gibi casus romanları yazan Eric Ambler’i de saymalıyım. İstanbul’a merakı olan, eski istihbaratçı İngiliz yazarlar başucu yazarlarımdır. Duşko Popov ve Ruzi Nazar gibi casus ve istihbaratçıların biyografileri ile Nigel West gibi güvenlik, gizli servis, haber alma, kontrespiyonaj alanı uzmanlarının kitapları da başucu kitaplarımdandır. Türkiye bağlamı için Mehmet Eymür’ün kitapları ve hakkında yazılanlar, Hiram Abas gibi istihbaratçı biyografileri de önemli yer tutuyor.
Mustafa Ali Bey, son dönemde neler okudunuz? Önümüzdeki dönem için yeni romanlarınızı okuyabilecek miyiz?
Son dönemde okuduklarım arasında Sultan Galiyev’in Rinat Muhammediyev tarafından yazılmış “Sırat Köprüsü” isimli biyografisi ve İhsan Tombuş’un “Ankara Cinayeti” isimli araştırması var. İkincisi yakın tarihten ama pek hatırlanmayan bir olayı anlatıyor. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay’ın bir doktoru silahla öldürmesi sonrasında olayı örtbas etmeye çalışan Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın intiharını konu alıyor.
İkinci romanım yayıma hazır. İlk romandaki baş kahramanımız Amcabey’in yine merkezinde yer aldığı ve 1936 yılında geçen bir başka macera. Bu defaki romanda Montrö Anlaşması’na giden günlerde rakip bir istihbarat örgütünün Türkiye’ye yerleştirdiği uyuyan hücrenin harekete geçmesi ve kahramanımızın bununla olan mücadelesini okuyacağız. Okuyucular başka Amcabey maceraları da okuyacaklar. Bunun sözünü verebilirim.
edebiyathaber.net (16 Ocak 2023)
“Mustafa Ali Yurdupak: “Üzerinde az çalışılmış bir alan olması beni bu türe çekti.”” üzerine bir yorum