Mustafa Çiftci tatlı hikâyeler anlatıyor taşradan, “kıtlıktan”. Hikâyelerinde kent yaşamında unutulmaya yüz tutmuş yaşantı parçacıklarını da, ironiyi de bulabilirsiniz. Mustafa Çiftci taşrada yaşıyor olmanın sorunlarından bir parça şikayet etse de, İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ‘Bozkırda Altmışaltı‘ ile gülerek memlekete bakmayı, edebiyatı ciddiye almayı boşlamıyor. Serap Uysal sordu, ‘Bozkırda Altmışaltı’nın edebiyatta kalıcı olacağını hissettiren yazarı yanıtladı:
Hikâyelerinizde çıkış noktanız nedir? Hani sizi etkileyen, ben şunu anlatmak istiyorum diyerek başladığınız bir his ya da çıkış noktasından söz ediyorum.
Ferdi Tayfur albümüne koyacağı parçaları “önce beni sarsmalı” diyerek seçiyormuş. Beni de bazen bir insan, bazen bir olay bazen de bir şarkı sarsıyor. Belki Ferdi Tayfur kadar sarsılmıyorum ama bir bulut gelip çöküyor omzuma. O bulutu atmak için yazıyorum. Eskiden yazmak yerine anlatırdım. O an kimi bulursam ona anlatırdım. Çok şükür şu ana kadar anlattıklarımdan bezginlik gösteren olmadı hiç. Yazıya başlayınca artık o bulutun yükünü kâğıda döküyorum.
Hepsi Yozgat’ta geçen hikâyeler, böyle mi başladınız yoksa yazdıkça oluşan, kendiliğinden ortaya çıkan bir toplam mı oldu?
Hikâyeler nerede sıraya girer de önüme gelir bilmiyorum. Ama bir sırası olduğuna inanıyorum. İçimdekilerin kâğıda geçtikçe zaman, mekân, insan olarak farklılıklar oluşturacağına inanıyorum. Ama şimdiye kadar Yozgat oldu hep. Yani kendiliğinden oluşan bir Yozgat hasılam var. Ben de çok zorlamıyorum. Bir doysa hazırlayayım şöyle olsun böyle olsun derdim yok. Anlatmak istediklerimi yazıyorum. Önemli olan da sistemli olarak devam etmesi lazım gelen de bu diye düşünüyorum.
Hikâyelerinizde kaçırılmış fırsatlar var, başka türlü olabilirmiş, başka bir hayat yaşayabilirdim diyen birileri çıkıyor karşımıza. Bunun da taşrayla ilişkisi var mı sizce?
Taşrada “gitmek, yırtmak, kurtulmak” olarak özetlenecek bir temel dürtü ya da motivasyon hep var. Her zaman böyle bir hava olunca… Her mesele bir fırsat gibi, buradan gitmek için bir çıkış gibi oluyor. Durum böyle hastalıklı olunca da kaçırılan her dönemeç sanki otobandan önce son çıkışı kaçırmış gibi hikâyeli bir şeye dönüşüyor. Burada zaman yavaş, mekân statik, insanlar hep aynı olunca ayda yılda bir görülen değişikliklere olan tepkilerimizde abartılı oluyor olabilir. Abartılar da sanatı besler tabi.
Ergen çocukların büyüme hikâyeleri hep sancılı ama bir yandan da aileler işler sarpa sarınca meseleye el atıyorlar, düzeltebiliyorlar mı yoksa hayat bir şekilde devam ediyor mu?
Anne babaların müdahalesi Birleşmiş Milletler müdahaleleri gibi, olması da dert olmaması da. Çok sıkıntılı durumlardan baba eliyle sıyrılmış çok kişi tanırım. Birçok meseleyi baba haberi olmadan anneyle halletmiş çocuklar bilirim. Annem Babam başımda olsaydı olmazdı bütün bunlar diyenler tanırım. Bazıları da karışmayın bana der. Ama ben anne babası çalışmış, eve anahtarla giren bir çocukluk ve gençlik geçirdiğim için anne babasız yapılan işlerden ziyade dert olursa, yetmiyorsa, el birliği edip taşı kaldırmanın doğruluğuna inanırım. Anne baba, gerekirse karışmalı derim yani.
Mahrumiyet ve uzakta kalma, taşrada olma sizi nasıl etkiliyor?
Benim mahrumiyetim matruşka gibi. İç içe bir mahrumiyet. Örneğin, edebiyatla uğraştığını bilen yok, bilenlerin umursadığı yok, umursadıklarını söyleyenlerin eserimi okuduğu yok. Yozgat avuç içi kadar bir yer. Benim kitabımın çıktığını hemen herkesin duymasını beklersiniz. Başka bir mesele olsa pür dikkat kesilenler mesele edebiyata gelince sağırlaşıyorlar. Kimse satın almak istemiyor. Sen imzala ver diyorlar. Düğün davetiyesi dağıtır gibi eşe dosta dağıtmamı bekliyorlar. Arada bazıları kardeşim sen verme de biz alalım bir faydamız dokunsun diyorlar ama o da lafta kalıyor. Edebiyat kamusu diye bir şey yok. Türkiye’de bile ne kadar var ki derseniz kabullenirim ama burada hiç yok. Bin bir güçlükle çıkan dergilerin yüzü İstanbul’a dönük. Burada burnunun dibinde sen varsın ama o seni değil İstanbul’dakini görmeyi tercih ediyor. Dergiler size yer verirse taşralı, amatör görünmekten korkuyorlar. Öte yandan kahırlanmaya gerek yok, alışıyorsunuz. Ne yaptığınızla ilgilenen olmasa bile devam etmeniz gerektiği fikri sizde çelikleşiyor. Başka türlü ayakta kalmanız zor. Çok zor…
Neyin anlatılmadığını düşünüyorsunuz?
Merkeze olan uzaklığınız arttıkça daha bir görünmez oluyorsunuz. O kadar çok şey hiç görünmeden sıyrılıp gidiyor ki hayatımızdan. Mesela neler derseniz; ODTÜ’ de okuyanlar deliriyormuş diye duyduğundan oğlu Ankara’ya okumaya gidince telaşlanan anneler. Kendisi CHP’li, yeğenini AKP’ye yerleştirmiş, gelinini MHP Kadın kollarında görevli yapmış ve hangisi gelirse gelsin biz iktidardayız diyen oportünist amcalar. Sadece evden çıkıp birazcık olsun gezebilmek için sürekli hasta numarasıyla acile taşınan yeni gelinler. Ankara’daki doktorun söylediğini aklında tutup Yozgat’taki doktoru kendince imtihan eden kurnaz hastalar. Ehliyete, pasaporta fotoğraf çekerek ev, dükkân sahibi olmuş ama işler değişince dijital devrime küfreden yaşlı foto Ahmetler, Mehmetler. Kamyon boş yatmasın diyerek şirket kamyonuyla eşya taşırken şikâyet edilip işinden olan şoförler. Daha neler neler. Bine kadar sıralarım ama başta da söylemeye çalıştım. Merkezden uzaktaysan, hiç fark etmez, ölsen de olur…
Serap Uysal – edebiyathaber.net (26 Mayıs 2014)