Zamanı yavaşlatamayız diyor Andrew Marvell, fakat onu kovalayabiliriz. Zamanın koşmasını sağlayabiliriz. Kum saatini düşünün, şu ağır ağır akıp giden kum misali tükenen zamanı, Faustvari ölümsüzlük arayışlarını düşünün, keşke zaman durabilseydi, keşke sonsuza kadar yaşayabilseydik. Hayır diyor Marvell, unutun bunu, zamanı tersine çevirin ve sonuna kadar doyasıya, becerebildiğinizce coşkulu yaşayın. (Marvell 17. yüzyılda yaşamış İngiliz şair.) Acaba kaçımız bunu başarabiliyoruz? Geçmişin yarattığı travmalarımızın ve hayal kırıklıklarımızın yarattığı çatlaklara takılan adımlarımız, bu koşuyu engellemiyor mu? Hayatın kendinin yarattığı karmaşaya biraz da biz engeller eklemiyor muyuz? Hayat kendini tanımlama serüveni. Ama bu yoğun süreçte akıp giden zamanda kaybolmuyor mu yaşamımız?
Yeterince dünyaya ve zamana sahip olsaydık neler yapabilirdik diye düşünüyorum. (Bunu bir şeyler yapma anlamında değil de hatalarımı ya da acılarımı onarmak açısından söylüyorum.) Hep denir ya şimdiki aklım olsaydı diye. Acaba şimdiki aklım olsaydı geçmişte neyi değiştirirdim? Biliyorum herkes kendi travmasını onarırdı. Bendeki travma babamdı. Keşke onunla anlaşabilmenin yolunu öğrenebilseydim. Bense diyor Jeanette, “Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın” adlı kitabında, bütün o Dickens kitaplarındaki gibi büyüdüm; gerçek ailelerin aile rolüne soyunanlar olduğu insanların derin sevgi bağlarıyla ve zamanın sürekliliğiyle aileniz olup çıktığı romanlardaki gibi.
Benim de çocukluğumun kitapları, acılı öykülerin anlatıldığı Kemalettin Tuğcu kitaplarıydı. Hep acı yüklü hayatıma, biraz daha acı yüklemekten mi zevk almıştım acaba. Yoksa benden daha kötüleri var tesellisiyle yaşamımı kolaylaştırma çabası mıydı bilmiyorum. Herkesin hayatı anlam çabası farklıdır, kimisi direnip gitme cesaretini gösterir, kimisi ise kalma acizliğini. Ama kendi adıma bunu acizlik olarak adlandıramıyorum. Jeanette Winterson evden ayrılırken annesinin ona “normal olmak varken neden mutlu olasın ki?” diye söylediği kısımda kendime sordum; ben normalle mi yetinmek istemiştim acaba?
İnsan anlam arayan bir canlıdır. Hayatımın anlamı nedir sorusunu sormak zorundadır ama bunun net bir cevabı var mıdır? Neden bunları yaşıyorum? Neden bütün bunlar benim başıma geliyor? Ya da yalın bir şekilde hiçbir şeyin etkisinde kalmadan bu soruya cevap verilebilir mi? Hele bizim gibi bir coğrafyada; yapamadığımız şeylerde, ya da başımıza gelen felaketlerde, olması gereken buymuş, kaderinde varsa yaşarsın gibi bir öğreti içinde yaşarsan gitmek zordur. Kaderini kabullenirsin ve şunu düşünürsün bundan daha kötüsünü yaşayanlar var sen gene iyisin. İşte benim çocukluğumun mottosu buydu. Her şeyde iyimser olmak, bu beni mutlu etti mi? Belki o zamanın tesellisiydi ama şimdi kocaman bir sonuçsuzluk…
Yaşamımızın gerçekleriyle ilintili şeyler okumak, sınırlı bir değer taşır. “Gerçekler sonuçta yalnızca gerçeklerdir, içinizdeki özlem dolu tutkulu parça bununla tatmin olmaz. Ama kendimizi bir olgu olduğu kadar bir kurgu olarak da okumak, özgürleştiricidir. Ne kadar kapsamlı okursak o kadar özgürleşiriz.” diyor yazar Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın adlı kitabında. Hepimiz (büyük çoğunluğumuz dersek daha doğru olur) kitaplarla örülü bir dünyaya yaslanarak kendi gerçekliğimizi anlamlandırıp onun üzerine ördük yaşam kozamızı. Ama biyolojik yapımızın yettiği kapasite kadardı tüm öğrendiğimiz aslında.
“Dinleyin bizler insanız. Dinleyin biz sevmeye eğilimliyiz. Sevgi burada, ama nasıl seveceğimizin öğretilmesi gerekiyor. Dik durmak istiyoruz, ama birinin bize azıcık yardım etmesi gerekiyor; elimizden tutmak dengemizi sağlamak, yol göstermek, düşünce de kucaklayıp kaldırmak için. Dinleyin biz, düşeriz. Sevgi yakınlarda, ama onu öğrenmemiz gerek biçimlerini olasılıklarını. Kendime kendi ayaklarım üzerinde durmayı öğrettim, fakat nasıl sevileceğini kendime öğretemem. Dil öğrenme kapasitemiz var. Sevme kapasitemiz var. Bu kapasiteleri açığa çıkarmak için başka insanlara ihtiyacımız var.” diyor Jeanette. Evet, insanlara ihtiyacımız var ama bu insanlara ne kadar yer vereceğiz ki yaşamımızda. Nasıl öğreneceğiz insancıl değerleri. Belki de öğrenemediğimiz için dünya bu halde.
Kişisel öyküler başkalarının da işine yarar. Öykü okuyanın hayatına dokunmuşsa onunla bütünleşir ve yazarıyla daha ilk basamakta karşılaşır o zaman. Onda kendisinin anlatılarını bulur, iyi bir okuyucu için her kitap bir kapıdır. Farklı dünyalara açılan kurgudaki karakterle ya da yaşam öyküsünde yazarla bütünleşik kendince anlar bulduğu bir kapıdır. Ama zor olan hayatında tutunacak bir eşik bulmaktır. Fiziksel olarak gidemesen de her girdiğin kapıdan farklı dünyalara açılırsın, bu aslında korkak olduğundan değildir, bilirsin ki gidemezsin o zaman sana kitapların durakları yeter. Çünkü herkesin mutluluğu arama yolu farklıdır. “Geçmişe yazıyor, geleceği keşfediyorum.” derken Jeanette, bizim de geleceği keşfetmemizi sağlar diğer yazarlar gibi.
“Bir şey fark ettim, makul, akıllı davranmak, ancak küçük kararlar söz konusuysa iyi bir fikir. Hayat değiştiren şeyler için riske girmek zorundasın.” Winterson kitabında böyle diyor. Ben riske giremedim çünkü onun gibi değildim arkamda kardeşlerim ve düzelebileceğine inandığım bir ailem vardı. Hep hayal kurardım düzelebileceğine olan inancımı sağlamlaştırmak için, bunun için de kitapların bana açtığı kapılardan girerdim. Jeanette Winterson evlatlık geldiği ailede yaşadığı bunalımdan kitaplara sığınarak kurtulduğunu söylüyor.
Yazar “riske girdiğinde, doğru olanı yaptığında, sağduyunun sınırlarına gelip de karşıya bilinmeyen topraklara atladığında bütün aşina kokuları ve ışıkları arkanda bıraktığında, öyle muazzam bir sevinç, müthiş bir enerji filan duymuyorsun.” diyor kendi evden ayrılma serüvenini anlatırken kitabında. “Mutsuz oluyorsun. İşler kötüye gidiyor. O bir yas tutma dönemi. Kaybetmenin acısı. Korku. Kendimizi sorularla delik deşik ediyoruz. Sonra vurulduğumuzu, yaralandığımızı hissediyoruz.” diye de devam ediyor.
“Sonra ne kadar ödlek varsa karşına geçip gördün mü biz sana demiştik” diyor. Ne kadar da tanıdık bir söylem değil mi? (Bu yazar gibi, fiziksel olarak yer değiştirmeyip kalsan da geçerli zannederim.) Gidenler ki onların gitmeleri için bazılarının kalmaları gerekli; sende gitseydin diye ezeceklerdir seni. Evet, hayatta gitmek ve kalmak hangi bağlamda olursa olsun çok zor. Kimi giderek mutluluğu aramaya çalışır kimi ise mutluluğu kalarak bulmaya çalışır. Burada normal olan nedir gitmek mi kalmak mı bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz galiba.
“Seçimler önemlidir. Hata yapmak iyidir. Ama hatalarımızla öğrenmeliyiz yaşamı. Çoğu insan yaşam öykülerini çeşitli kılıklarda tekrarlamaya devam eder. Freud’un derin anlayışı buydu; geçmişi tanımazsak onu tekrarlamaya mahkûm oluruz. Yapmadığımız seçimler – yönetmediğimiz hayatlar – bizimle kalır.” diyor Jeannette bir röportajında. Ama hangisi bizim için daha iyidir? Yapmadığımız seçimler, gidememiş olmamız mı, yönetemeyip içinde kaldığımız hayatımız mı, hangisi… Deneyimlemediğimiz için hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Kaynak: Cooperman, Jeanette (16 Eylül 2014). “Jeanette Winterson ile Söyleşi”. Louis Dergisi. Erişim tarihi: 12 Ocak 2019.
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (3 Temmuz 2020)
“Mutlu olmak için gitmek mi kalmak mı? | Havanur Taflan” üzerine bir yorum