Mutluluğun ne olduğunu çok bilemediğimiz ve tartışmak zorunda olduğumuz bir çağda yaşıyoruz. Mutluluğun nasıl geleceği ise tartıştığımız ama çoğu zaman sonuca varamadığımız bir konu. Elbette bu tartışmaların sonuçsuz kalmasında dünyanın içinde bulunduğu ürkütücü durum da etkili. Rocer Pol Droit “Felsefeyle Saadet Olmaz” adlı kitabında bu konuyu felsefe üzerinden tartışıyor. Felsefe mutluluk getirir mi? Felsefenin böyle bir misyonu var mıdır? Ve son dönem çok sık karşılaştığımız mutluluk felsefecileri nasıl ortaya çıktı? Gibi pek çok soruya yanıt arıyor. Yazar bize felsefe ile mutluluk ilişkisinden bahsederken, mutluluk üzerine düşünmeye ve yaşadığımız dünya içerisinde nasıl bir mutluluk yanılsaması yaratıldığını kavramaya çağırıyor. Bunu yaparken mutluluk felsefesinin kültür endüstrisi ve sistemle olan ilişkisini de sorgulamayı ihmal etmiyor.
Droit bir dönem insanların mutluluğa, rastlantıyla eriştiklerine inandıklarından ancak zamanla mutlu olmanın bir inşa sürecine dönüştüğünden yakınıyor. Bu süreç Eski Çağ bilgeliği ile başlıyor, ona göre; Epikürcüler, Stoacılar, Kinikler, Septikler yaşamın rastlantılarına hiçbir şeyin zarar veremeyeceği bu yeni mutluluğun inşası için çalışıyorlar. Eskiçağ bilgeliğinin bütün okulları ona kalırsa mutluluk ve rastlantı ilişkisini birbirinden koparmak için çaba sarf ediyor. Bu durum daha sonraki felsefi dönemlerde mutluluğun, sınırlı, kesin, bilimsel, rasyonel bir kategoriyle yorumlanmasına neden oluyor ki bunun sonucu tüm dünya insanını, evrensel mutlak bir mutluluğa ulaştırma gayesine dönüşüyor.
Bu kesinlikli anlayış çeşitli sorunları beraberinde getiriyor. Öncelikle mutluluğa dair üç yanlış kesinlik olduğunda bahsediyor Droit; Bütün insanlar mutlu olmak ister, dolayısıyla felsefe mutlu olmayı sağlar ve herkesin mutlu olmak için felsefeye ihtiyacı vardır. Yazarın deyimiyle “mutluluk papazları” bu üç kesinlikten hareket ederek felsefe pazarlamaya, eski öğretileri yeniden canlandırmaya çalışıyorlar. Bahsedilen bu papazlar ruh egzersizcileri, kişisel gelişim uzmanları, yaşam koçları ve çeşitli pratik bilgiler olarak yaşamımızda yerlerini alıyorlar. Oysa kesinliklerden hareket eden bu mutluluk papazlarının göz ardı ettiği pek çok şey var. Öncelikle canlandırmaya çalıştıkları Eski Çağ öğretilerinin olduğu dönemle, modern dönem aynı değil. Tüm kültürler aynı şeylere aynı şekilde mutlu olmazlar ve herkes aynı şekilde mutlu olmak istemeyebilir.
Yazara göre bahsettiğimiz bu anlayış en başta felsefe için doğru değildir çünkü felsefenin böyle bir misyonu yoktur. Sadece bu da değildir. Avrupa ve Batı tavırları içinde sıkışmış olan bu felsefi anlayış, mutluluk sorununun Çin’de, Hindistan’da nasıl farklı ele alındığını görmez. Örneğin: Çin, mutluluğu yaşamın tek amacı haline getiren Yunanistan düşüncesinden farklı bir yol çizer. Çin’in hayat anlayışı “Herkes mutlu olmak ister” düşüncesine karşı çıkar, onların hayat anlayışı tek ya da önceden belirlenmiş bir yaşam değildir. Yani “herkes mutlu olmak” ister genellemesi kültürel farklılıkları gözetmediği için de tartışmalıdır. Oysa her kültür inanç biçimi, geçim şekli, ritüel pratikleri bakımından farklıdır. Bu durum sadece kültürel farklılığın göz ardı edilmesinin de ötesinde felsefenin kendi içerisinde bile kesinlikli bir yol izlemez. Örneğin: Nietzsche, Schopenhauer, Cioran, Kierkegaard ve hâttâ ben buna Baudrillard gibi düşünürleri de ekleyebilirim bize mutluluk vaat eden bir düşünce sunmazlar; tam tersine dünyanın nasıl kötü bir yer olduğunu dünya içinde zaten mutsuz olmazsan “sorunlu” olacağını hatırlatırlar. İşte bu nedenlerle de bence Droit’in düşüncesi haklılık içeriyor ve felsefenin evrensel bir mutluluk getireceğine olan inanç böylece sorunlu hale geliyor.
Mutluluk felsefecileri bize şöyle bir şey sunarlar: “Hepimiz mutluyuz, mutluluğu istemek yeterlidir, hepimiz mutlu olmak istiyoruz, bir an önce mutlu olalım, mutluluğun şarkısını söyleyelim…” Bu bütüncül bakış açısı herkesin mutluluğun peşinden koştuğunu varsayıyor ve böylece mutsuzluk görünmez oluyor diyor; Droit. Ona göre bu durum; Pascal’ın intihar eden insanın da mutluluğu aradığını söylemesine benziyor. Droit bu düşünceyi XX. yüzyıl öncesi için kabul edilebilir bulsa da bunun bu yüzyılın katliamlarından ve Nietzsche gibi düşünürlerden sonra kabul edilebilir olmayacağının altını çiziyor. Çünkü artık intihar etmek daha çok dünyanın yaşanmışlıklarından kaçma eğilimine yakın. Yani mutluluğa ulaşmaktan çok mutsuzluğuna sarılıp, onu bir eyleme dönüştürme olarak da algılanabilir sanıyorum. Bu bahsetmeye çalıştığımız bütüncül mutluluk anlayışı, ideal saadetin peşinden koşarken ve insanları buna ikna etmeye çalışırken, gerçek dünyanın nasıl engellerle dolu, farklı, çeşitli, olduğunu unutuyor ve dünyanın mutluluk isteğiyle uyumsuz olduğunu da göz ardı ediyor bana kalırsa.
Peki, “mutluluk tüccarları” filozofları neden buna seferber ediyor? Bunun iki nedeni var Droit’e göre, kısaca özetlememiz gerekirse birincisi felsefi hırsların gerilemesi, felsefenin daha çok topluma istediğini veren bir düşünür kategorisi ortaya çıkarması, onun kendi iç krizi içine yerleşen mutluluk papazları; ikincisi ise tüketime, sanayi toplumuna, kapitalizme yalnızca karşı çıkarak mutlu olunabileceğini düşündürmesi ve buna inandırma çabası. Yazarın belirtmeye çalıştığı sanırım şöyle bir şey karşı çıkmak ama pratiğe yönelik bir şey yapmayıp, hayali bir mutluluk yaratmak. Sadece karşı çıkarak kendiliğinden, mutlu edecek olduğu düşünülen günlerin gelmesini beklemek.
Droit tüm bu mutluluk dayatmasının ve takıntısının normalleşme ve baskı süreci olduğunu da düşünüyor. Çünkü bu durum tek biçimli arzulara, düşüncelerin formatlanmasına neden oluyor. Ona göre yeni formül mutluluk bizi sürekli düz, inişi, çıkışı olmayan, bir hayat istemeye götürüyor. Bu hayatta “sız”lı olan her şey çok iyi diye de ekliyor, örneğin; çatışma(sız), acı(sız), keder(siz), yağ(sız) tabaklar, böcek ilaç(sız) bahçeler, paraben(siz) duş jeli gibi. Mutluluk felsefecileri bize bir yandan tüketin dedikleri gibi bir yandan da herkes için geçerli mutluluk formülleri olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Ve bu durum bizi: Kendi köleliğimizi istemeye, ses içermeyen, hijyenik, kokusuz hapishanemizi inşa etmeye götürüyor. Bu saadet anlayışının sonucu; bireysel, dünyanın gerçeklerine sırtını dönen, dünyanın artık değişmeyeceğine iyi şeyler olmayacağına inanan insanlar yığını. Kendine dön, dünyadan soyutlan, yaşamın vaat ettiği olumsuzluklar yokmuş gibi davran diyen bu anlayış mutluluk papazları tarafından bize pazarlanıyor ve biz felsefe pazarından mutluluk satın alarak kendimizi mutlu sanıp, aslında köleleşiyoruz kısacası.
Droit bu ilginç konuyu oldukça derin bir şekilde irdelemiş kitapta. Hep konuştuğumuz ama bir türlü ulaşamadığımız bu saadetin mutluluk felsefecileriyle gelmeyeceğinin altını çizmiş. Dünyanın vaat ettiği hayattan kaçarak sahte saadetler yaratacağımıza dünyanın gerçekliğini kabul edip ona göre tavır almamızı salık vermiş. Bu nedenlerle de yazarın fikirleri, üzerine düşünmeye ve konuşmaya değer sanırım.
Emek Erez – edebiyathaber.net (18 Mart 2016)