Doğduğunuz, yaşadığınız şehrin isminin bombayı çağrıştırması ne büyük keder! Hatırlayın, Amerika, İkinci Dünya Savaşı’nda diz çökmeyen onurlu Japonya’yı teslime zorlamak için art arda iki atom bombası atmış, patlamanın yol açtığı yıkım, evrim sürecini âdeta tersine çevirmiş, canlı herşeyi cansız hale getirmişti. “Küçük Oğlan” ve “Şişman Adam” isimli bombalar koca şehirlerin üstüne sanki kızgın yağ boşaltmış, binaları yerle bir etmiş, yüzbinlerce insanı öldürmüştü. 1945 sonrasında da yıkımlarına son vermedi bu ikili. Yaydıkları radyasyonla her şeye uzun yıllar saldırdı. O günden sonra talihsiz Hiroşima ve Nagazaki atom bombasının âdeta jenerik isimleri olarak hafızalara kazındılar.
Davetsiz Misafir
Fransız yazar Éric Faye’nin Nagazaki başlıklı kitabını elime aldığımda zihnim yukarıdaki düşüncelerle doluydu. Oysa ilk sayfadan itibaren karşıma bambaşka bir hikâye çıktı. Japon toplumunun, iş, aile ve sosyal yaşam alışkanlıklarını gerçekçi şekilde anlatan Faye’nin kaleme aldığı metin gerçek bir olaya dayanıyor. Yazara ilham verense 2008 yılının Mayıs ayında Japonya’nın önde gelen gazetelerinde çıkan bir haber: Nagazaki’nin banliyölerinden birisinde yalnız yaşayan elli yaşlarının sonundaki Shimura-san’ın hayatı, evinde meydana gelen tuhaf olaylar nedeniyle altüst olur. Eşyaları santim santim yer değiştirmekte, buzdolabındaki yiyecek ve içecekleri azalmaktadır. Başlangıçta hafızasının kendisine oyun oynadığını düşünen kahramanımız, bir süre sonra sanrılar gördüğünü, hatta hayaletlerle bir arada yaşadığını düşünmeye başlar. Mutfağına yerleştirdiği gizli kameradan iş saatlerinde olan biteni gözlediğinde hakikatle yüz yüze gelir. Melekler, cinler, periler kaybolmuş, maddi dünya gerçeküstü karşısında galip gelmiştir. Shimura-san’ın evinde kendi yaşlarında bir kadın vardır. Kimdir bu kadın, nereden gelmiştir, evinde ne aramaktadır? Başına gelen şey, bir soygun girişimi, haneye tecavüz, yoksa evinin elinden alınması mıdır? Olayın polise intikal etmesi, davetsiz misafirin yakalanması ve mahkeme süreciyle hikâye ilerler. Sürprizlerle dolu finali okurlara bırakalım.
Yabancılaşma
Japonlar yüzyıllar boyunca kapalı bir toplum olarak yaşamış, kültür ve geleneklerini korumuşlardır. Modernleşme süreci geleneksel Japon toplumundaki eski âdetleri parçalamış, batılılışma yeni kuşakları daha bireyci yapmıştır. Samurayların, geyşaların yerini mangalar, pop müzikler almıştır. Yeni Japonya’da eskisine kıyasla baskın değerlerin cemaatçi değil de bireyci olması kişilerin yalnızlığını artırmıştır. Modern dünyada yabancılaşma, ilişkide olunan bireyler arasında düşük bir uyumu ifade eder. Romanda, eski dünyanın insanı olarak resmedilen Shimura-san, işyerinde, sosyal ilişkilerinde, yoğun bir yabancılaşmadan mustarip olsa da evine tam hâkim gözükür. Doğrusunu isterseniz evi öyle büyük metrekarelere sahip değildir, Japonya standartlarında makul büyüklüktedir. Gerçi büyük bir eve ihtiyacı da yoktur, yalnız bir insandır, eşi çocuğu olmamıştır, annesi ve babası yıllar önce ölmüştür, ayda yılda bir gelen kardeşi dışında misafiri olmaz. Fakat bir başına yaşadığı evi onun gözünde dört duvardan fazlasıdır. Odalara, eşyalara, kitaplara, elektronik aletlere, hatta toz zerrelerine kadar hemen her noktasının kontrolü altında olduğunu düşünür. Uçak kabinindeki yüzlerce düğmenin ne işe yaradığını bilen pilot rahatlığıyla hareket eder. Güvenli bir mahallede oturması nedeniyle kapısını kilitlemez. Ama işte tam da bu noktada yanılgıya düşer. Meğerse, yalnızca yeni Japonya’ya değil evine de yabancılaşmış durumdadır; eşyalar, anılar hatta rüyalarla dolu evi bir nevi tabula rasa (boş levha) haline gelmiştir. Bildiğini sandığı şeyi aslında bilmemektedir. Roman bu duyguyu çarpıcı şekilde verir. Evin öznesi artık o değildir, evine giren kadındır. Shimura-san evin nesnesi haline gelmiştir.
Yeni Bir Bağ
Shimura-san’ın anlatıcı olduğu bölüm biterken, ikinci kısımda evdeki kadın konuşmaya başlar. Kadının dili bizi başka bir hikâyeye götürür. Daha yumuşak, köşesiz bir anlatıdır bu. Hapisten gönderdiği mektubunda “Birbirimizi gerçekten yalnızca bir kere ve ne denli tuhaf koşullarda görmüş olursak olalım birbirimize yabancı olmadığımız gerçek” der. Aynı kuşağın insanlarıdırlar. İkisinin de geçmişleri biraz kazıldığında benzer patikalardan yürüdükleri anlaşılır, ortak noktalar yakalanır. Kadının çocukluğunda yaşadığı trajik olayı ve sonrasını öğrenen Shimura-san pişmanlık ve merhamet arasında gidip gelir. Hiç konuşulmadan, mektuplarla ilerleyen ilişki sonrasında aralarında bir bağ oluşur. Kanımca yabancılaşmanın tedavisidir bu.
Nagazaki, bütün unsurlarıyla travmaya uğramış bir toplumu mercek altına alan çarpıcı bir roman. Merceği, gerçekleri çarpıp büyüten bir şaka aynası değil, görünenin ardını gösteren dümdüz bir ayna.