“Sen şimdi yalnız saçımın akında, enfarktında yüreğimin, alnımın çizgilerindesin memleketim, memleketim, memleketim…”
İmparatorluğun gücü eridikçe topraklarını gün ve gün kaybeden Osmanlı’nın Selanik kentinde 15 Ocak 1902 günü bir erkek çocuğu dünyaya gelir.
Oğullarının adını Nâzım koyan babası Hikmet Bey Matbuat Genel Müdürlüğü ve Hamburg Konsolosluğu görevlerinde bulunmuş bir bürokrat, annesi Celile Hanım ise piyano çalan, resim yapan yetenekli bir kadındır. Doğumun üzerinden çok geçmeden ebeveynleri boşanıp, Alman ve Leh asıllı annesi de Paris’e yerleşince küçük Nâzım da İstanbul’da yaşayan büyük dedesi Nâzım Paşa’nın yanında yaşamaya başlar.
Çocukluğu İstanbul’un Anadolu yakasında geçen Nâzım, edebiyatsever bir çevrede büyür. Mehmet Nâzım Paşa öğrenimini Arapça, Farsça ve tasavvuf edebiyatı üzerine yapmıştır. Mevlana tutkunu, bilge bir Mevlevi ve şairdir. Küçük Nâzım, dedesinin köşkünde izlediği Mevlevi toplantılarının etkisiyle ilk şiirlerini aruz vezninde yazmaya başar.
Orta öğrenimini Bahriye’de yaparken edebiyat öğretmeni Yahya Kemal Beyatlı’nın etkisinde kalacak, yazdığı şiirlerle gitgide tanınmaya, ödüller kazanmaya başlayacaktır. Heybeliada’daki eğitimini tamamlayan ve Hamidiye Kruvazörü’nde görev yapan genç şair, bazı sağlık sorunları yaşayınca askerlikten ayrılmak zorunda kalır. Daha sonra Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Ankara’ya gider, ancak yine sağlık nedeniyle orduya kabul edilmeyince, bir yıl boyunca Bolu’da öğretmenlik yapar. Ardından da bir süredir ilgisini çeken komünist düzeni yakından tanımak için Moskova’ya gider ve üniversiteye kaydolur.
“Her gelen sevmez ve hiçbir seven gitmez unutma. Bil ki giden dönüyorsa sevdiğinden değil, kaybettiğindendir aslında!”
1924 yılında Türkiye’ye dönüp politik şiirler yazmaya başlayınca dönemin sakıncalıları arasına girer. Yazdıkları nedeniyle sekiz farklı mahkemede yargılanır. Birçok kez hapis cezasına çarptırılır.
Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ona sorarsanız: ’Lafı bile edilemez, mikroskobik bir zaman…’
Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün…’
Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi…”
Cumhuriyet’in onuncu yılı kutlamaları kapsamında çıkan aftan yararlanıp hapisten kurtulsa da, hemen ardından Ankara’da Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde yargılanır ve 15 sene hapse mahkûm edilir. Bunu İstanbul’da “donanmayı ayaklanmaya teşvik” suçundan 20 yıla mahkûm olması izler (1938).
“Gökyüzünü başımın üstünde görmek bana yasak.”
Demokrat Parti iktidara geldikten sonra çıkan af sayesinde serbest kalan Nâzım Hikmet, bu sefer de askerliğini yapmadığı gerekçesiyle aranmaya başlar. Başına bir şeyler geleceğinden ‘romantik devrimci’ şair Rusya’ya kaçar ve asker kaçağı olduğu gerekçesiyle de vatandaşlıktan çıkartılır.
Artık sürgün yılları başlamıştır:
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın…
Hayatı boyunca şiiri farklı aşamalardan geçen ama içinde kor gibi yanan tutkuyu hep koruyan Nâzım Hikmet, Moskova’daki yıllarında dönemin güçlü şairlerinden Mayakovski‘nin etkisiyle hece veznini bırakıp serbest şiire yönelir. Şiir kitapları pek çok dile çevrilen evrensel şairimiz, eserlerinin kendi memleketinde okunamıyor olmasını bir türlü kabullenemez.
“Yazılarım otuz kırk dilde basılır, Türkiyemde Türkçemle yasak!”
Vatan hasretini şiirlerinde sık sık dile getiren Nâzım Hikmet bu sefer de Stalin döneminin takibine takılmıştır. Son yıllarında Türkiye’de olduğu gibi Sovyetler Birliği’nde de oyunları yasaklanır. Artık yurt dışı gezilerinde bile çok sıkı kontrol altındadır.
Macera peşinde koşmasıyla, kadınları cezbeden yakışıklılığıyla, tutkulu aşklarıyla Hemingway’i andıran Nâzım, yaşamı boyunca altı kez evlenir. İlk tanıştıklarında on beş yaşında olan Nüzhet, sevgilisinin peşinden Moskova’ya gitmiş ve iki genç 1921 yılında evlenmişlerdir. Daha sonra bir süre tiyatro sanatçısı Lena ile evli kalan şair ülkesine dönünce Piraye ile tanışıp evlenir. On iki yılını hapiste geçiren Nâzım’ın o dönemde Piraye’ye yazdığı aşk mektupları daha sonra kitap halinde yayınlanacaktır. Hapisten çıkınca Piraye’yi terk edip dayısının kızı Münevver’le evlenen Nâzım, yeni karısını ve üç aylık oğlunu arkada bırakıp Rusya’ya iltica edince dördüncü evliliği de son bulur. Kendisi gibi Leh asıllı Münevver Hanım da Nâzım’ın ardından oğluyla birlikte Polonya’ya yerleşecektir. Rusya’daki sürgün yıllarında önce tıp doktoru Galina ile evlenen Nâzım, hayatının son aşkı Vera ile tanışınca 1959 yılında nikâh defterine son imzasını atar.
Vasiyet
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
Ünlü şair, 3 Haziran 1963 sabahı gazetesini almak üzere ikinci kattaki dairesinden iner ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda hayata veda eder. Cumhuriyetimiz Nâzım Hikmet’in naaşından bile korkup ona ülkesinin toprağında bir karış yer açamayınca, vasiyeti yerine getirilemez. Moskova’daki Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yerli yabancı yüzlerce sanatçının iştirak ettiği bir törenle Novodeviçi Mezarlığı’na defnedilir.
Eserleri pek çok dile çevrilen, şiirleri, oyunları, mektupları, anıları kitaplara sığmayan, hakkında tiyatro oyunları sahnelenen, filmler çevrilen Nâzım Hikmet Ran, en nihayetinde 2009 yılında alınan bir Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını yeniden kazanır.
Ne yazık ki artık çok geçtir… Ama hiç değilse Türkiye bir ayıbından kurtulmuştur.
Hasan Saraç – edebiyathaber.net (14 Nisan 2014)