Yalnız Uyuyanlar İçin Bir Kovalamaca
Bir kütüphane dolusu kitabın karşısında oturuyordum işte. Neden sonra kalkıp kütüphaneye yürümüştüm. Henüz okumadığım kitapların dizili olduğu rafa, gözümü kapatıp elimi uzatmıştım. “Yalnız okumak kurtarır beni,” diye mırıldanırken içimden, bir kitabı çekip çıkarmış, sonra gözlerimi açmıştım.
Yalnız uyuyanlar için.
Kavukçu elimde, sandalyeme dönmüştüm.
İlk öyküyle, pencereme sis çökmüştü.
Tıkanan nefesin normale dönüşü gibi okutturdu ilk öykü kendini. Sıra sıra apartmanların göğü kapattığı bir sokakta, davulcuyla oğlunun peşinden koşuyordum. Avcumun içinde top olmuş kâğıt paraları çocuğun avcuna bırakmak için ordan oraya… Arkama dönüp baktım. Beyaz saçlı, hâki yeşil pardösülü adamı gördüm. Soğuktu. Şehrimiz belirsizdi. Sokaklar dan dan inliyordu. Davulcuyla oğlunu yakalayamayacağımı anladığımda, sokağın köşesindeki pideciden bir adam çıktı. Oydu. Hâki yeşile kesildi sokak. Yanıma sokulup fısıldadı:
“Davulcu babam. Yanındaki çocuk da benim. ‘Ben.’”
Döndüm. İkinci öykünün uçurumuna koştum. En eski güvercin.
Pusluydu hava. Üşüyüp üşümediğime karar veremiyordum. Montumun yakasını kaldırdım, ellerimi cebime soktum. Uçurumun kenarına usul usul yaklaşan arabaya doğru yürümeye başladım. Olduğum yerden, arabanın içindeki iki kişiyi seçebiliyordum. Araba uçurumun tam kenarına geldiğine dururdu, duracaktı, biliyordum. Ayakkabılarım çamurlanmış, çözülen bağcıklarım çamurdan top top olmuştu. Eğilip bağcıklarımı sıkıladım. Başımı kaldırdığımda yanımdaydı. Yanakları kızarmış, sakalları uzamıştı. Belli belirsiz: “Birbirini tanımayan iki insan, birlikte ölecek bu gece,” diye mırıldandı. Önce ona, sonra arabaya baktım. Aynı anda kayboldular.
Sandalye altımdan kayıp gidiyordu. Hep birlikte havaya savrulduk.
Üçüncü öyküdeydik. Piknik.
Haşlanmış yumurta, kuru köfte, top, ip, halı, babamın göğsünde göğe bakıp uyuduğum piknikler geldi aklıma. Okumasam diye tereddüde düşsem de öykü gözlerime sarıldı. Duygu’yla beraber girdik eve. Duygu’yla Vedat arasında parkeleri çıtlata çıtlata yürüyüp durdum. Sıcaktı. Piknikten kalma çimenler parkelerden fışkırmış, ayaklarımızı serinletiyordu. Duygu’nun konyağından bir yudum aldım. Ensemde sıcak bir soluk. Ordaydı. Ben Duygu’yla Vedat’ın öpüşmesini izlerken, omzuma elini koyup:
“O gün sendeki ‘sen’i ben de gördüm,” dedi. “Çünkü onun varlığını duyumsayan bende de bir ‘ben’ var.”
Vedat’a baktım. Yapayalnızdı. Bardağına konyak dolduruyordu.
Dördüncü öyküye daldım ben de. Çamurda.
Hepimiz aynı yataktayız. Aldananlar ve aldatanlar. Anneler, babalar, usanmadan mini mini bir kuşu söyleyen çocuklar. Sessiz bir aldanış, ormanın içi puslu. Pus daha bir kabullenilir kılıyor yok oluşu. Keskin düşler. Okurken, sen de böylesin, diye yüzünü şamarlayan satırlar. Çocukların vicdan azabı şarkıları. Bitsin bu öykü diyorum. Kimse ölmeden gidelim buradan. Yatağın altından çıkıyor bu sefer, elimden tutup ormana uçuruyor beni. Şıp şıp kan damlayan başların önünde duruyoruz. Aşk yasak. Mini mini kuşlar. “…Kaygı, mutsuzluk ve korku senin yapı taşların. Birlikte olduğumuz zaman bile tek başınasın,” diyor.
Ölüyoruz.
Kırgınız, yeniğiz ya, yine pus başımızda. Kahramanın ardından meyhaneye giriyorum. İçeri girer girmez yüzüme çarpan buğudan midem bulanıyor. Kahramanın üç masa gerisine oturuyorum. O Güzel Marmara içiyor, ben su. Kahramanın yanına pis bir adam oturuyor. Sağıma dönüyorum. Yine o. Kahramanla pis adamı başıyla işaret ederek, izle diyor. İzliyorum. İçmeye başladıklarında ne kadar yalnızsalar, kahraman kapıdan çıkıp giderken o kadar kalabalıklar. “Oysa” diyor. “Ağzımda sigara, sırtımda kocaman bir hançerle girmiştim kapıdan.” Sağıma dönüyorum. Yok.
Altıncı öyküye, Kuzeydeki Kum Kosterleri’ne koşuyoruz.
Fenerin altındayız, hepimiz. Ben, o, İbrahim ve İdris.
Hep birlikte deliriyoruz. Dalgalar bunca kabarırken, fırtınalar yalnızca açıklardakileri yutarken, ölmenin dehşetine mi suyun soğukluğuna mı deliriyoruz, bilmiyoruz. “Bu gece hüznün en güçlü yansısı, çağrışımlarla yüklü şişeler,” deyip Güzel Marmara’yı uzatıyor.
Yedinciye çek. Anı, hepsi anı.
La Komparsita çalıyor. Başımda duvak. Her yeri beyaz görüyorum. Meğerse, onla dans ediyormuşum. La Komparsita, bir sağa, bir sola. Pasta, limonata. Salih, pisti yarıp yanıma geliyor. Diyor: “Ölümler ve düğünler, birbirine benzer.”
Sekizinci öykü o zaman. Ölümden, hem de düğünden kaçmanın şerefine. İki ölü gibi.
Üç kuruşla eğlenmek isteyenlerin masasına konuyorum. Bakıyorum masada pilaki tabağı olmuşum. Evde bekleyenleri düşünen kara surata bakıyorum. “Yanındakine rağmen hâlâ soğuksa yatak, gitme o eve,” diyorum. “Çocuk,” diyor. “Nerden kaldın diye sorar,” diyorum. “Bekler,” diyor. Çocuğunun ağlaması ta buradan duyuluyor. Kahramanları acı çekerken, o nerede? Gel diye bağırıyorum, bitir şu öyküyü. “Arada yalan söylerim, bunu hemen anlarsın, ama bu gece değil,” diyor. Öyküyü bitiriyor. Acı çekmek satırlarda güzel.
Dokuzuncu öykü. Parantezler.
Ilık olsun diyorum.
Buğulu. Düşüp duralım. Pardösüsü eskimiş artık. Saç sakal hak getire. Savrulup durmaktan hepsi. Öyküden öyküye. “Bırak beni!” diye bağırdım ona. “Bak ben de hayalle gerçek arasına sıkıştım.” Mutsuzlukla mutluluk arasına. Bir kahramanını bırak, pusu dağılsın. “Olmaz!” dedi. “Bir şeyler tamamlanırsa, biz yok oluruz.”
Yani şimdi ben aylardır tamamlanmasın diye mi aklımdaki öyküler, bahaneler uyduruyorum? Onla ben bir miyiz bilmem ama balkondan atlayıp onuncu öyküye düşüyoruz. Eylül yarın da gelmeyecek.
Gelir mi sandın?
Yorgunum artık. Sandalyem yok. Bu sefer ben elimi onun omzuna koyuyorum. “Seni bilmem ama,” diyorum. “Eylül yarın da gelmeyecek.”
Son öyküye, Eyyup’e…
Eyyup Baba ölür, geriye bir gazete ilanı kalır.
Ertesi gün demir alırız. Geminin çevresinde Helga’nın parçaları yüzüyor olur. Eyüp, ruhsuz sevgilisini doğrayıp denize atmıştır. Olmaz mı ya?
Hâki yeşil pardösülü yazarım ve ben, penceremin önünde birbirimize bakıyoruz. Öyküler tükenmez diyor sanki, yeter ki hangi sözcüğü yakalayacağını bil.
Cemil Kavukçu, sis hep sanki. Yorgun yağmur, is kokulu düşler, sıcak hop edişi düşüncenin ve pat diye düşüşü son satırdan gözün.
En beyaz kâğıdıma, en siyah kalemimle yazmaya başlıyorum.
Yalnız uyuyanlar için.