Söyleşi: Nazlı Yıldırım
Nazlı Karabıyıkoğlu ile yeni kitabı ve ilk romanı “Kadın Kürkünde Rüya” üzerine söyleştik.
İskele, Olivya Çıkmazı, Hayvanların Tarafı, Gök Derinin Altında ve Kadın Kürkünde Rüya. On yıla yakın bir zaman diliminin ürünleri. Bu sürece baktığımızda ilk çıkış noktan öykü. Son kitabın ile romana evrildin. Farklı türlerin besleyici yanlarına göre mi yoksa anlatacağın mevzuya göre mi belirliyorsun bu geçişi?
Kadın Kürkünde Rüya aslında bir meta-roman, klasik roman anlayışından oldukça uzak bir yapıya sahip. Bu bağlamda, Hayvanların Tarafı’nın da meta-roman olduğunu söyleyebilirim. Böyle bakınca, türlerin bağımlısı olmadığımı düşünüyorum ve farklı türler peşinde koşuyorum. Mevzu ve tür arasındaki bağıntı bende doğru orantılı işlemiyor, zihnimi serbest bırakıp metin hangi tür kabuğuna sokulmak isterse ona izin veriyorum. Mesela şu anda da nazımla şekillenen bir metin yazıyorum.
Romana başlamadan önce küçük bir girişle karşılıyorsun okurunu. “İnsan hayatı romana dökülsün diye bahşedilmiştir.” diyorsun. Kadın Kürkünde Rüya da bahşedilmiş bir roman mı?
Tam anlamıyla evet. Dört sene boyunca benimle ülkelere, şehirlere gelip orda kazandığım ne varsa hepsinin toplamının bir araya geldiği bir metin Kadın Kürkünde Rüya. Bizzat yazayım diye gördüğüm ve yaşadığım birçok şey var içinde. Hatta çoğu metnin asıl fantastik tarafını oluşturuyor. Yok artık dediğimiz yüzlerce tuhaf şey…
Uçağın düşmesiyle başlayan, uzuvlarını yeniden bir araya getirirken yaşanılan yolculuklarla devam eden bir hikâye ile karşı karşıyayız. Kadının yaşadığı ilk şaşkınlığını dahi üzerimizde etkisini göstererek bizlere de yaşatıyorsun. Bu çok önemli bir vurgu aslında. Ve şaşkınlık dünyaya sıçrıyor. Hepimize bulaşıyor. Bu ilk keşfediş anını bizlere bu kadar sirayet etmesindeki güç nereden geliyor?
Yaratılışımızı, dünyanın kökenini her zaman merak ederiz. İnsanın aklındaki “Neden?” sorusu onu evrendeki her noktayı açıklamak için sorular sormaya iter. Cevapların elverdiği ölçüde evreni anlar, cevapların yetersiz kaldığı noktadaysa aklın uydurmalarıyla karşı karşıya kalırız: İnançlar, hurafeler… Evrenin kaynağı vajinamsı bir kara deliğe benziyor olmalı. Mesela bu yüzden Havva’nın vajinasını keşfettiği şaşkınlık bütün metne sirayet ediyor.
“Beni babam doğurdu.” Bir erkeğin fallusundan doğarak yeryüzüne düşüren bu sancıya seni iten neydi? Şimdiye kadar birçok doğum anları, farklı türlerde edebileştirildi. Ancak bu sancılar kadının üzerinde masaya yatırılırken, bir erkeğin doğum sancısına değinilmedi. Sancıyı bu kadar samimiyetle anlatman bile sanki yaşanmış bir hissiyattan bizi haberdar ediyormuşsun gibi. Böyle bir deneyimi anlatman senin için zorlayıcı tarafları oldu mu?
Çünkü feminizmi çok iyi öğreniyoruz ama masculunity (erkeklik) çalışmalarına gereken özeni ve ilgiyi göstermiyoruz. Erilliğin getirdiği kötülükleri anlamaya çalışırken, arka planda masculunity öğelerini çalıştıramıyoruz. Bunu yapmak için deliler gibi okumamız lazım. Ben erkeklikte açtığım delikten bakmaya çabalıyorum. Çünkü başka türlü bunca zulmün, tecavüzün ve tacizin üstesinden nasıl gelirim bilmiyorum. Bu “benim babam doğurdu” meselesine daha çok eğileceğim. Deneyimi anlatmaya gelince, benim için hiçbir şeyi anlatmak zor değil.
Romanını besleyen diğer bir unsur ise zaman yolculuklarında özenle seçilmiş yazarlarla yaşanılanlar. Mesela Sait Faik’e söylenenler. Tam da beklediğimiz cevabı verecek kadar bu kadar iyi tanımak. Çoğu okurun başaramadığı şeydir. Devamında gelen Balzac, Virginia Woolf, Austen için de geçerli. Bir yazarı bu kadar iyi tanıyabilmenin ölçütlerini merak ediyorum açıkçası. Tabii ki, Hrant Dink’i unutmadan.
Beynin yazar yapısı diyorum ben buna. Beyin öyle şekillenmiş ki, yazmak için yaşamayı kapsayan komutlar vermekten başka bir şey yapamaz olmuş gibi. Belki de verilmiş bir şey bu, o yüzden aklımla ruhumu birinin bedenine koyunca, onun gözleriyle görebiliyorum kimi zaman.
“Bilmediğim şey bana güç veriyor.” diyorsun. Benlik karmaşası içinde başlayan çetrefilli bir arayışın içinde sürüklüyor bizi Kadın Kürkünde Rüya. Aydınlatılmamış bir varoluş hikâyemiz var. Romanın çıkış noktasına baktığımızda yeterince üzerinde konuşulmadığını fark ediyoruz. Dinsel ögeleri kullanarak kadını bir çember içine hapseden şeylere tuz döküyorsun. Buna rağmen ısrarla konuşmuyoruz. Peki, bu çember kırılır mı bir gün?
Kırıldı bile. 2018’de ilk kez yayıncılıktaki tacizi konuştuk. İfşaları gördük. Feminist Müslümanların işlerini takip ettik. Kadınların bir tık daha birbirine yakınlaştığını fark ettik. Cinsel hayatlarını özgürce yaşayıp patriyarkinin kurallarına boyun eğmeyen kadınlar gittikçe artıyor. O çember kırıldı. Her şeyin gün yüzüne çıkması için bize düşen tek şey örgütlenmek. Bir arada durmak. Birbirimizi kırmadan, egoya esir olmadan dinlemek. Kadınlar çok güçlü, onca cinayete ve zorbalığa karşı. Kadın devrimi bu ülkede başladı. Patlaması belki zaman alacak ama zaten büyük patlama için erkekler durmadan ellerinden geleni yapıyor.
edebiyathaber.net (17 Ocak 2019)